top of page
  • Yazarın fotoğrafısky-rie

Kahin (Ay Işığı#2) - 8.Bölüm


-8-

Derin


“ Yerebatan Sarnıcı da tıpkı Ayasofya gibi altıncı yüzyılda dönemin Bizans imparatoru I. Justinianus tarafından şehre içme suyu sağlamak için yaptırılmış. Çevresindeki evlerin altında bulunan kuyulardan insanlar su çekerek ihtiyaçlarını karşılarmış. Osmanlı halkı durgun sudan daha çok çeşme suyunu tercih ettiklerinden uzunca bir süre varlığı dahi unutulmuş.”dedi Ayas. Öne eğilmiş ellerini birbirine kenetlemişti. Yüzünde zamanında okuduğu her şeyi hatırlamaya çalışıyormuş gibi bir ifade vardı.

“ İçeride yanılmıyorsam üç yüzden fazla sütun var. Ama içlerinden sadece bir tanesi ıslak. Hatta üzerine oyulmuş gözyaşı desenleri var. Bu yüzden ona ağlayan sütun ya da gözyaşı sütunu diyorlar.”dedim gözümün önüne bir mimarlık dergisinde okuduğum makaleyi getirmeye çalışarak.

“ Evet. Derler ki sarnıcın inşaatı sırasında ölen arkadaşlarının ardından ağlayan köleleri simgelermiş gözyaşı sütunu. Başka bir efsaneyse yine sarnıcın içinde bulanan Medusa başıyla ilgili. Medusa’yı hepiniz az çok biliyorsunuzdur.” Ayas durup Arda’nın yüz ifadesine bakınca ekledi. “ Ama ben yine de bir özet geçeyim.

“ Yunan mitolojisinde Medusa, güzelliğiyle ve özellikle güzel siyah saçlarıyla övünen bir kadındır. Göklerin tanrısı Zeus’un oğlu Perseus’a âşık olmuştur. Ancak tanrıça Athena da Perseus’a âşıktır. Medusa’yı kıskanarak onu lanetler. Güzel saçlarını yılanlara çevirir, o günden sonra Medusa gözlerine bakan herkesi taşa çevirir. Genelde kabul edilen hikaye bu olmasına rağmen küçük-büyük değişiklerle onlarca farklı versiyonunu da bulabilirsiniz.

Mesela, bir başka popüler hikayede Medusa ve iki kız kardeşi Athena’nın tapınağında yaşamaktadır. Ancak Athena kendisiyle birlikte olan deniz tanrısı Poseidon’un zorla Medusa’ya sahip olduğunu öğrenince kıskançlıktan deliye döner. Hikâye aynı şekilde biter. Özet olarak Athena kıskanır, güzel saçlar yılana döner ve bir savaşçı tarafından sonlandırılana kadar Medusa lanetli bir hayat sürer.

O dönemde bunun yapıyı ve insanları kötülükten koruyacağına inanıldığı için Medusa’nın başı pek çok yerde kullanılıyordu. Bu yüzden Yerebatan Sarnıcı’nda da rastlamak o kadar garip değil. Zaten içerideki gözyaşı sütunun da lanetlenen Medusa’nın döktüğü yaşlar yüzünden her daim ıslak olduğu söylenir.”

“ Bu Athena ne kadar… Şey bir tanrıçaymış!”Arda sinirlenmiş gibi başını iki yana sallıyordu. Onun bu saf ve yürekten gelen yorumları olmadan biz ne yapardık?

“ Eminim senden bunu duyunca çok alınacaktır.” dedi Hilal.

“Her şekilde…” Tara araya girdi. “ Bu iki senaryonun da doğru olduğunu sanmıyorum. O kadar sütunun içinde sadece birinin ıslak olması mitoloji gibi saçma bir şeyle açıklanamaz.” Elini bu düşünceleri uzaklaştırmak ister gibi iki yana salladı.

“ Parmaklarından mavi alevler saçan biri mi mitolojiye saçma diyor?”dedi Arda.

Çok haklı bir noktaya parmak basmıştı.

“ Saçma bulsam da Medusa’nın kim olduğunu biliyorum en azından.” Tara gözlerini kısıp çenesini öne çıkartarak cevap verdi. İç çekip saçlarımı yolma isteğimi bastırdım. Evet tamam, bazen eğlenceli olabiliyorlardı ama bazen de kendimi ana sınıfı öğretmeni gibi hissetmeme sebep oluyorlardı. Ki arada kusup altını dolduran çocuklarla ilgilenmek bile onlarla ilgilenmekten daha kolay olabilirdi. En azından öğrenmeye ve eğitilmeye açıklardı.

“ Tara haklı. ”dedim tartışmayı büyümeden keserek. “ Mitolojinin saçma olduğu konusunda değil tabii, bunun sebebin saydıklarımız dışında bir şey olabileceği konusunda. Ama harekete geçeceksek öncelikle hayaletlerin var olduğunu ve ağlayabildiklerini doğrulamalıyız.”

Kuzey rahatsızca oturduğu yerde kıpırdanarak bana döndü.

“ Ben eminim.”

“ Ne demek eminim?” Söyleme tarzındaki bir şey beni rahatsız etmişti.

“ Yani taş için gittiğimiz zaman görmüştüm. Sonuçta o zaman onları görmemi sağlayan şey taşın yaydığı enerjiydi ve bu enerji Leydiyle ilgiliydi. O halde o sütunun çevresinde de bir akış olmalı. Tabii teyit etmek için yine gidip kontrol etmeliyim ama eğer düşündüğüm gibi bir akış varsa oradaki ruhları da görebilirim. Ağlıyorlarsa söylerim.” Konuşurken tam olarak yüzüme bakıyor olsa da bunun biraz zoraki bir hareket olduğunu hissetmiştim. Söylediği şeyler kulağa çok mantıklı ve denemeye değecek şeyler gibi geliyorsa da altında bilmediğim bazı ayrıntılar vardı. Son zamanlarda garip davranıyordu. Bunun sebebini öğrenene kadar Kuzey’i zorlamak istemiyordum. Öte yandan belli şeyleri onun yardımı olmadan yapmamız imkânsızdı.

“ Ağlayabilmelerinden çok olağan bir durum gibi bahsettin. Daha önce gördün mü? ”dedim kaşlarımı kaldırarak. Yüzü bir anda gerildi.

“ Evet, gördüm.” Öyle açık yüreklilikle beklemediğim bir cevap vermişti ki bir an ne diyeceğimi bilemedim. Benden önce davranıp gülerek ekledi. “ Kaz Dağlarındayken, arabadan indiğimiz yerde Nisan’a dokunmak için uzanan bir hayalet vardı. O hayaletin ağladığına eminim. Akan gözyaşını gözlerimle takip ettim. Yere düşüp toprağı ıslattığını gördüm. Siz fark edemezdiniz, zaten yağmur yağıyordu.”

“ Bundan neden daha önce bahsetmedin?” Ayas’ın kaşları çatılmıştı. “ Sadece yağmuru görmediğinden emin misin?”

“ Değildim. O yüzden şu ana kadar bahsetmedim. Kendi kendime sürekli yanlış görmüş olduğumu, onun yağmur olduğunu söyledim. Bırakın ağlayan hayaleti, hayatımda ilk defa hayalet görüyordum. Hata yapmış olabileceğimi düşündüm. Ama şimdi düşününce onun gözlerinden süzülüp yere düşüşünü izledim. Yağmur değildi, bundan eminim.” Ayas pes ederek gerilen yüz kaslarını serbest bıraktı. Gözüne girmekte inat eden sarı bir tutamı geriye attı.

“ Sen de haklısın. Hiç birimiz göremeyiz sonuçta. Ama bu ayrıntıyı hatırlaman iyi oldu. Artık fikirlerimizi daha sağlam temeller üzerine oturtabiliriz. Enerji varsa ruhları orada tutacak güç de var demektir.”

“ Sadece orası değil.”dedim ayağımı yere yavaşça vurup dikkatleri üzerime toplayarak. “ Sadece Yerebatan Sanıcı değil. Unutmayalım ki Tara’nın bahsettiği dizelerde kurtuluştan esarete diyor. Kurtuluşunun orada olduğuna inanıyoruz. Esaretiyse Ayasofya’da başladı.” Komik bir şekilde herkesin neşesi kaçarken Ayas’la birbirimize bakarak sırıttık.

“ Terleyen Sütun.”dedik aynı anda.

“ Hadi buyurun. Bu sütunlarda ne sulak şeylermiş, ağlayanı mı dersin terleyeni mi?” Arda daha fazlasını kaldıramayacak gibi gözlerini sımsıkı yumarak koltuğuna gömüldü.

“ O ne?”diye sordu Tara.

“ Terleyen sütun, direk, duvar ne derseniz artık; Ayasofya’nın içinde kıble tarafındaki kapılardan birinin içinde bulunan mermer bir sütun. Mermer olmasına rağmen bir kısmı bakırla kaplanmış. Yaz kış nemli olmasıyla ünlü. Osmanlı zamanında türeyen birkaç efsane olsa da bilimsel olarak bu durumu sütunun gözenekli yapıya sahip olmasına bağlıyorlar. Kılcallı içyapısı sayesinde suyu zeminden alıp dışarıdaki gözeneklerden verdiğine inanıyorlar. Tabii koca yapıda neden sadece bu sütun böyle bunu açıklayabilen biri yok.”dedim. Tara’nın gülüşü nedense der gibiydi. Ayas’ın sırıtışı yüzüne daha da yayılırken kafasının üstünde bir lambanın yandığına yemin edebilirdim.

“ Daha da ilginç olanı terleyen sütunun üzerindeki oyuğa başparmağını sokup elini çevresinde tam bir tur çeviren insanlar parmakları ıslanırsa dileklerinin gerçek olacağına inanıyorlar. Aynı şekilde gözyaşı sütununun arka köşesine dilek havuzu adı verilmiş. İnsanlar dileklerini dileyerek bozuk paralarını bu havuza atıyorlar. İkisi için de birkaç rivayet olsa da bu inanışların nereden geldiğine dair kesin bir bilgi yok. Ancak yine de insanlar buralarda karşılığında ufak şeyler yaparak ufak dileklerde bulunuyorlar.” Yerinde duramıyormuş gibi koltuğun ucuna yaklaştı. “ Aklınıza dilekleri gerçekleştiren başka bir yer geliyor mu?”

“ Taş…” Kuzey hepimizden önce davrandı. “ Filozof Taşı…”

“ Kadına bak, dokunduğu her şeye buralardan da bir leydi geçti diye iz bırakıyor.” Ben devamını bildiğim bu korku filmini görmemek için başımı başka yöne çevirmeye karar verirken Ayas ayağa fırlayarak pençeleri dışarıda Arda’nın üzerine atlayamaya hazırlanan Tara’yı son anda durdurdu.

“ Bakın ne diyeceğim, bu bulduğumuz son şeyle artık doğru iz üzerinde olduğumuza emin gibiyiz değil mi? O halde İstanbul’a gidip kontrol edelim. Gerçekten doğruysa da beklemenin anlamı yok, değil mi? Dalgakıranları ne kadar çabuk bulursak Nisan’ı o kadar çabuk geri getiririz değil mi?”dedi Kuzey ayağa fırlayarak. Salonda bir an için hayat tamamen durdu. Bu çocuk nereden vuracağını çok iyi biliyordu.

Tara gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı. Silkinerek kendisini tutan Ayas’ın kollarından kurtuldu. Arda’ya onu öldürmek ister gibi bakınca çocuk kafasını çevirme ihtiyacı duydu.

“ Evet, haklısın Kuzey. Gidip kontrol etmesi en iyisi.” Ayas’a dönerek daha sakin bir ses tonuyla konuştu. “ Sen bakansın, senin çakın İstanbul merkeze açılıyor değil mi?”

“ Evet. Yani sayılır. Uzun hikâye oraya giderken anlatırım.”dedi Ayas. Tara’nın sabit kaldığından emin olunca boş duvarın önüne geçip cebindeki çakıyı çıkardı.

“ Siz gidip kontrol edin. Ben burada Nisan’la kalacağım.”dedim başımla üst katı işaret ederek.

“ Sen de git, sana ihtiyaçları olabilir. Ben kalırım.”dedi Hilal. Kavga etmeden hepimizin anlaştığı bir konu varsa o da Nisan’ın asla yalnız kalmamasıydı. Bu ne normal bir çeşit komaydı ne de biz normal insanlardık başına ya da başımıza ne geleceğini bilmeden onu öylece bırakamazdık.

“ Sen ders çalışacağını söyleyerek sızlanmıyor muydun dün?”

“ Ah, doğru… O zaman eve gidip kitaplarımı alayım. Ben gelince sen de diğerlerine katılırsın.”dedi hemen çantasını omzuna yerleştirerek. Ona kaşlarım havada baktığımı fark edince durdu, ağırlığını tek ayağının üstüne verip elini beline yerleştirdi. “ İki yıldır ona resmi olarak ben bakıyorum ve bu değişmeyecek. O hala benim en iyi arkadaşım. ”dedi ve dil çıkartarak kapıya yöneldi. Diğerleri hiçbir şey duymamış gibi geçidi açıyordu.

Ayas bana döndü.

“Seni orada bekliyoruz. ”dedi ve herkes geçtikten sonra sırıtarak duvarı kapattı. Aynı anda elindeki araba anahtarını sallayarak kapıyı arkasından kapatan Hilal de gidince yalnız kaldım.

Homurdanarak salonun çeşitli bölgelerine dağılmış olan yastıkları toplayıp yerlerine geri koydum. Ayaklarımı sürüyerek üst kata çıktım ve ne yapacağımı bilemez vaziyette bir süre öylece koridorda durdum. Daha ben farkına varmadan ayaklarım bir anda harekete geçerek beni Nisan’ın odasının önüne getirdi. Derin bir nefes alarak kapıyı açtım ve odaya girdim.

Yatağın üzerine uzanmış meleği görünce ruhumun iki parçaya ayrıldığını hissettim. Biri her zaman olduğu gibi sıcak bir hissin içimde taklalar atıp tüm vücuduma yayılmasına neden olurken öteki görünmez elleriyle boğazıma sarılarak beni nefessiz bırakmıştı. Yavaşça yutkundum ve bu hislerle boğuşarak kapıyı ardımdan kapattım. Başucundaki sandalyeyi çekerek oturdum.

Hilal midesine inen hortumları çıkartmış, sadece bir serum bağlamıştı. Seruma kaşlarımı çatarak baktım. İki yıldır komada olan biri için bu yeterli olacak mıydı? Gerçi normal bir koma değildi ve durumu sürekli değişkenlik gösteriyordu. Hilal işini biliyordu ancak yine de içim rahat etmiyordu.

Daha küçük bir çocukken başıma gelenlerden olsa gerek kendim dışında kimseye tam anlamıyla güvenemezdim. Buna Nisan ve Ayas bile dâhildi. Onlara karşı duyduğum şey sahip olabileceğim güvenin en üst seviyesiydi ama bu bile ne yazık ki koşulsuz değildi. Emin olmak için elimden gelse her şeyi kendim yapardım. Her sorunla kendim ilgilenir, her şeyi ben göğüslerdim. Hem böylece çevremdeki insanlarda zarar görmemiş, incinmemiş olurlardı. Onlar gülümsediği sürece ben dünyanın çatısını bile sırtımda taşıyacak kadar güçlü olurdum.

Ama şimdi, Nisan gülmüyordu ve ben, gökyüzünün altında eziliyordum.

Zayıflamış elini ellerimin içine alarak başparmağımla elinin üzerine bir daire çizdim. Daha sonra bu dairenin içine hafifçe dokundum.

Güçlü ol, ben yanındayım…

Bu sadece ikimizin ne anlama geldiğini bildiğimiz bir dildi. Bunu hissedip hissedemediğini bile bilmiyordum ama hissetmesi için pek çok şeyden vazgeçebilirdim. Ben güçlü olmayı ondan öğrenmiştim. Hayatla ne kadar dipte olursam olayım dalga geçmeyi, çocuk kalmayı ama yeri geldiğinde bir yetişkin gibi kararlar almayı, ağlamak istediğim her an güçlü görünmek için değil yenilmemek için gülmeyi, birini özlediğimde sarıldığım hatıralar beni yutmadan ayaklarım üstünde dimdik durmayı… Benim yaptığım tek şey o, ondan aldığımız anılarıyla birlikte bunları da unutunca neyin önemli olduğunu hatırlatmak olmuştu. Kendisi farkında olmasa da yeniden kendi gülüşünü bulmuştu.

Nisan böyleydi işte, inatçı ve bağlı. Emindim ki onun hafızasındaki her şeyi ama her şeyi almış olsaydık bile yine aynı şekilde gülecekti. Gün gelecek aynı sözleri söyleyecek, söylenenlere aynı tepkiyi verecekti. Gidip onca filmin içinden aynı filmleri izleyip tam olarak aynı yerlerinde ağlayacaktı. Aynı kitapları okuyacak, müzikleri dinleyecek, yemekleri yiyecek, saçını bile yine aynı boyda kestirecekti… Aynı adama âşık olacak, aynı insanları sevecek ve o insanlar için yeniden kendi hayatından vazgeçecekti. Çünkü o kadar inatçıydı ki biz ne yaparsak yapalım o kendini bulacaktı… Beni bulacaktı ve yine başıma bela olacaktı.

Birbirine kenetlediğim ellerimizin üzerine bir damla yaş düşünce ağladığımı fark ettim. Belki de odaya girdiğimden beri ağlıyordum, bilmiyordum. Buraya girince ne zaman kavramım kalıyordu ne de kendimle bir ilgim.

“ Uzun zamandır ağlamıyordum.”dedim titreyen çenemle başarısız bir gülümseme denemesi yaparak. “ Özür dilerim. Bu günlük izin ver ha?” Her zamanki gibi cevap olarak aldığım tek şey yavaşça inip kalkan göğsüydü. Dudaklarımdan dışarı çıkmak için debelenen sözleri de hıçkırığı da yuttum. Elimi uzatarak yüzüne düşmüş bir tutam saçı geriye attım. Daha sonra yavaşça saçlarını okşamaya başladım.

Tenim saçlarına her değdiğinde yanıyordu. Yumuşaklığı yakıyordu. Daha sonra elimde kalıp geçmeyen o kokusu yakıyordu. Genzimden aşağı alevler iniyordu sanki. Bu kadar tanıdık bir şeyin her daim beni aldatacak kadar uzak olması yakıyordu. İçime çekebilmek için saniyeleri saydığım ve yokluğunda gözüme uyku girmeyen tatlı sıcak kokusu şimdi beni öldürüyordu.

“ Uyansan olmaz mı?” Yüzü gözyaşlarımın ardında bulanıklaşırken gülümsemeye çalıştım. “ Sadece uyan, lütfen…”Elini istemsiz olarak biraz daha sıkı tuttum. “ Söz veriyorum her şeye izin vereceğim. Televizyonun karşısında uyuyakalmana da izin vereceğim, arabayı kullanmana da, deli gibi yağmur yağarken sokağa fırlamana da, gözlerin kan çanağına dönene kadar film izlemene de, ölen köpeğim yerine istediğin köpek yavrusunu almana da…” Durup bir kez daha hıçkırıklarımı yutarken onu daha net görebilmek için gözlerimi tişörtümün omzuna sildim. “ Hatta beni bırakmana bile izin veririm. Sadece uyan… Gözlerini aç…” Saçmaladığımı biliyordum. Ama saçmalamadan nasıl hayatta kalabilirdim onu bilmiyordum.

“ Uyandığında seni öyle bir sıvayacağım ki bir daha tabağındaki yemek için bile fedakârlık yapamayacaksın.” Sonunda gerçekten gülerek gözlerimi kuruladım. Neden bilmiyordum ama bazen beni gerçekten duyup, hissedebildiğine inanıyordum. Yavaşça oturduğum yerden kalkıp uzanarak alnına bir öpücük kondurdum. Her zamanki gibi nazikçe ama hiç acelem yokmuş gibi. Teninin sıcaklığını hissedip saçlarının kokusunu duyunca yavaşça gözlerimi kapattım ve bunu hissediyor olması için içimden sessizce dua ettim.

Sıkmakta olduğum parmaklarını serbest bırakıp yerime otururken aşağıdan gelen kapı açılma sesini rahatlıkla duymuştum.

“ Oldukça hızlısın.”dedim Hilal elinde bir kitap dağcığıyla odaya girerken.

“ Öyle olmalıyım. Hayatlar saniyelerle kurtarılıyor beyefendi.”dedi sırıtarak. Oturduğum yerden kalkarken yüzüme kaçamak bir bakış attığını göz ucuyla fark ettim. Anladığı halde bir şey sormayınca ben de bir şey söylemedim.

“ O zaman uyuyan güzel sana emanet doktor hanım.”

“ Gözüm gibi bakacağıma emin olabilirsin.”

“ Senin gözün bozuk değil miydi? Küçükken bir ara gözlük kullandığına yemin edebilirim.”

“ Ha ha, komiksin… Çık dışarı.” Beni itekleyerek dışarı çıkartırken ikimiz de sırıtıyorduk.

“ Tamam, tamam gidiyorum. Bir şey olursa bana nasıl ulaşacağını biliyorsun.”dedim. Tam kapıdan çıkıyordum ki durup ona döndüm. “ Neden serum bağladın? Uzun zamandır bu halde, serum yeterli olacak mı?”dedim kaşlarımı kaldırarak. Hilal bu soruyu bekliyormuş gibi başını evet manasında salladı.

"Nazogastrik sondayı çıkardım. Haklısın, normalde uzun süredir komada olan biri sadece SF'le ya da dekstroz bile taksan bir haftadan uzun idare edemez, ya elektrolit dengesi bozulur ya kas yıkımı olur. TPN de takmak pek tercih değil enteral beslenme daha önemli ama..." Medikal terminolojiye bön bön baktığımı görünce iç çekti. “ Yani evet, serumla pek dayanmaz o sonda lazım normalde. Nisan en başından beri normal bir komada olmasa bile hala sıradan fizyolojik ihtiyaçlara sahip bir insan bedeni sonuçta; ama dünden beri... Bilmiyorum, sanki her şey biraz fazla iyiydi. Refleksleri tamamen normaldi iki senedir almadığım ağrı cevabını aldım, hatta biraz kasılmıştı bile ve saçma gelecek biliyorum ama sanki... Sanki o borudan rahatsız olmuş gibiydi. Bir sorun olup olmadığını görmek için sondayı çektiğimde bedeni gevşedi. Ben de serum taktım. " Aşırı bilgi ve detay yüklemesinden yanan beynimle ona dur dercesine baktım. “ Sabah kan alıp ne kadar test yaptırdımsa hepsinin sonuçları tamamen normal çıktı ve bunların hepsi dün aniden oldu, şey gibi…” Durup suçlu bir şekilde yüzüme baktı.

“ Ne gibi?”

“ Sanki bir anda onun bedeninde zaman durmuş gibi biliyorum kulağa çok saçma geliyor ama daha saçma olan şey iki gündür toplamda 1000cc SF'le yaşıyor ve hiçbir şekilde sıvı dengesini bozmadan, boşaltım da yapmadan. Yani ben tıp okuyorum orda bize normal insan fizyolojisini öğretiyorlar ve her ne kadar klinik olmasa ben kliniğe de merkez sağ olsun oldukça hâkim sayıldığımdan bu biraz benim için anormal kaçıyor. Yine de bir sorun çıkmasına karşın tetikteyim. Eski haline dönecek olursa yeniden her şeyi düzenleyeceğim.” Hilal saçma olduğunu söylese de bana hiç saçma gelmiyordu. Hatta zamanın durmasıyla ilgi sözlerinden sonrasını dinlememiştim bile.

“ Zaman durdu, yani öyle mi?”dedim her kelimenin üzerine tek tek basarak.

“ Bak, dalga geçme nasıl açıklayacağımı bilmiyorum.” İçimden hoplayıp zıplamak ve hatta Hilal’e sarılarak onu birkaç tur döndürmek istiyordum. Zaman durmuş olabilir diyordu! Vücudunun refleks davranışlar göstermesi normaldi ama Nisan’ın gücü zaman kontrolüydü ve bu kesinlikle bir ruhun bedenini korumak için yapacağı tarzda bir refleksti.

“ Derin, neyin var? Neden öyle gülüyorsun?”

“ Bir dakika izin ver bana kafamda bir şeyi netleştirmeye çalışıyorum.”

“ Ama-“

“ Konuşma! Konuşursan hemen ikna olur mantıklı düşünemem ve bu sana kaburgalarını kırabilecek kadar sıkı sarılmamla sonuçlanır, hoş olmaz.” Hala deli gibi sırıttığımın farkındaydım ve bu yüzden mantıklı düşünebilmek için beynimi zorluyordum.

Hırsızlık eğitimimizin başında bize ruhumuzu dışarı çıkarttıktan sonra karşılaşabileceğimiz sorunları çözmek üzere bilgiler vermişlerdi. Ruh sadece o kişinin göremeyeceği ama hissedebileceği bir bağla kendi bedenine bağlıydı. Bu yüzden ruhun çok uzaklaşması ya da uzun süre bedenine dönmemesi beden için riskliydi. Ancak böyle bir durumla karşılaşıldığı zaman ruhsal refleks denen bir durum gelişiyordu. Ruh, kendi yeteneklerini ve enerjisini kullanarak bu bağ yoluyla bedenini hayatta tutmaya çalışıyordu. Yöntemler kişilere göre farklılık gösterebilirdi ama amaç ve sonuç tekti. İstemsiz olarak gerçekleşen, ruhun farkında bile olmadan yapabileceği bir hareketti. Tek gereken şey geri dönemese bile ruhun yeterince güç toplamış ve dinlenmiş olmasıydı.

“ Uyanıyor.”diye fısıldadım. Kendi sözlerime ve bilgime bile inanamıyordu şu an zihnim.

“ Kim uyanıyor Derin, ne oldu?” Arkamı dönüp bir Nisan’a bir de gerçekten endişeli görünen Hilal’e baktım.

“ Nisan’ın ruhu… Uyanıyor.”

91 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page