top of page
  • Yazarın fotoğrafısky-rie

Kahin (Ay Işığı#2) - 34.Bölüm


-34-


Kuzey


“ Aiden? Burada ne işin var?” Odanın içinde attığım voltalara bir son verip önümde bitiveren küçük çocuğa baktım. Burada olması çok doğalmış gibi omuzlarını silkti.

“ Dediğini yapıp onlara her şeyi anlattım ve şu arkadaşlarını bulmak için yola çoktan çıktılar. Şimdiye geri dönmüşlerdir.” Yatağa zıplayarak oturmasını izledim. “ Şimdi geri dönüp seni kurtarmalıyım diye düşündüm ben de.” Sandalyeyi çekip tam önüne otururken gülmeye başladım.

“ Şimdi hayalet modunda olmasan saçlarını karıştırırdım Aiden.” Aiden sırıtarak kafasını öne uzattı.

“ Senin için normale dönmememi ister misin?”

“ Yo, yo hayır. Böylesi iletişim için daha iyi.” Sahip olduğu tüm dişleri gösterecek şekilde gülümsedi. Babasının kim olduğu umurumda değildi. Ailesini seçemeyecek küçücük bir çocuğu bundan sorumlu tutacak değildim. Hele ki benim için yaptıklarından sonra.

“ Peki, beni buradan nasıl çıkaracakmışsın?”dedim kaşlarımı kaldırıp. Aiden elini havaya kaldırıp aşağı yukarı salladı.

“ Orası kolay. Önce beni dinlemen gerekiyor ve bu sefer bunu geçiştiremezsin yoksa seni buradan çıkartmam.” Bana salladığı parmağına yarı şaşı vaziyette baktım.

“ Seni ne zaman dinlemedim ki ben?” Alınmışım gibi dudak büktüm ama bu bile Aiden’ı yumuşatmamıştı. Kavuşturduğu kollarıyla son derece ciddi duruyordu.

“ Her zaman çok meşguldün. Ne zaman bu konuyu açmak istesem beni yanından işlerin olduğunu söyleyip gönderdin. Bir dahaki sefere söz Aiden…”

Durum sandığımdan daha ciddiydi anlaşılan.

“ Oov, şey… Özür dilerim gerçekten farkında değildim Aiden. Seni dinlemek istemediğimden falan değil… Şimdi tamamen seninim ne istersen söyleyebilirsin.” Aiden söylediklerimden tatmin olmuştu anlaşılan. Sırıtarak kollarını gevşetti.

“ Bunu seveceksin söz veriyorum. Kayıp arkadaşınla ilgili.”

“ Nisan’la mı?” Oturduğum yerde sırtımı dikleştirdim. Elimde olmadan kaşlarım çatılmıştı. Aiden Nisan’la ilgili bir şeyi nereden bilebilirdi ki?

“ Onun nerede olduğunu biliyorum.”

Nefes almayı unuttuğum kısa bir sessizlik oldu.

“ Ne… Ne demek biliyorum?” Elimden geldiğince kekelemeden konuşmaya çalışıyordum ama yaşadığım şoku başka nasıl üzerimden atardım bilemiyordum.

NE DEMEK BİLİYORUM?!


***


“ Aa, şey… İşte sonra onu hissettim ve bu çok kolay oldu anlıyor musun? Çok yakında olduğunu hissettim. Bağı takip edip kimin kafasında yaşıyorsa onu buldum ama bu çok… Çok komikti Kuzey! O zaten hep yanınızdaydı!” Bir yanım söylediklerini sindirmeyi beklememi söylese de kim olduğunu öğrenme dürtüm baskın çıkıyordu.

Tüm bu zaman boyunca bizim yanımızdaysa kafamdaki seçenek eleniyordu. Walker’la konuştuktan sonra onun Aislin olduğuna neredeyse tamamen ikna olmuştum. Onu yarattığını söylemişti ve Aislin onun kızıydı. İki yıl önce hayatı tepetaklak olmuş, değişmişti. Her şey o kadar uygundu ki… O değilse Walker’ın yarattım diyebileceği kim olabilirdi?

Kaskatı kesilerek gözlerimi bunun olmasının iyi mi kötü mü olmadığını bilmeden yumdum. İçimden ruhumun çekildiğini hissediyordum. Olduğum yerde iki büklüm oluncaya kadar eğildim. Sol elimle gözlerimi örterek sakinleşmeye çalıştım. Bacaklarım kontrolleri bende değilmişçesine titriyordu.

Yeniden doğrulurken gözlerim hala kapalıydı.

“ Tara mı?”diye sordum. Sesimi Aiden’ın duyup duymadığından emin değildim. Ben bile zor duymuştum ama cevap vermese de öyle olduğunu biliyordum. Tara’ydı… En başından beri Tara’ydı… Walker’ın ona olan zaafı, onu gerçekten korumaya çalışması, onu küçüklüğünden beri izlemesi…

Her parçanın mükemmel bir şekilde yerine oturmasının canımı bu kadar acıtacağını hiç düşünmemiştim. Tıpkı onun Tara olacağını hiç düşünmemem gibi. Oysa şimdi düşününce her şey apaçık ortadaydı. Walker yarattım denebilir derken Tara’nın karakterini nasıl şekillendirdiğinden, üzerinde yaptıkları deneylerden bahsediyordu. Muhtemelen o da benim gibi Aislin’in seçilmesini istemişti. Aislin ve Aiden’ın dünyaya gelmesinin tek sebebi buydu… Ama işler ters gitmiş ve Aislin yerine Tara reenkarne olarak seçilmişti. Bunu fark ettiği anda çocuklarını terk etmiş ve Tara’nın yanına gitmişti.

“ Evet, nasıl bildin? Yoksa zaten biliyor muydun?” Gözlerimi aralayınca Aiden’ın merakla kırpışan gözleriyle karşılaştım.

“ Şanslı bir tahmin diyelim.”dedim. Keşke… Keşke Aiden ayağa kalkıp bana sağlam bir yumruk geçirebilecek kadar büyük olsaydı. Ağzımla burnumun yeri değişse bile içimdeki kendime karşı olan nefreti durduramazdım. Aiden bunu biliyordu ve bulduğu her fırsatta bana söylemek için çabalamıştı. Bir kerecik olsun onu dinleseydim aylar öncesinden Nisan’ı döndürebilirdik! Şu anda karşımda olabilirdi, Arda’nın yaptığı aptalca bir espriye beraber gülüyor olabilirdik. Ufacık bir ihtimal dahi olsa onu sarıyor olabilirdim…

“ Bazen onu görebiliyordum… Senin görememene şaşırıyordum. Sanırım bu benim garip güçlerimle ilgili.” Düşünceli bir şekilde tavanı incelemeye başladı. Dilim damağım kurumuştu. Yutkunmaya çalışıp başarılı olamadım.

“ Nasıl görebildiğini biraz açıklar mısın?”

“ Tara’nın hemen arkasında ya da önünde oluyordu. Nasıl desem? Sanki Tara bir adım önden gidiyormuş ya da Nisan geride kalmış gibi kısacık anlarda onun yüzünü yakalıyordum. Yüzünü çevirirken arkasından onu izleyen gölgesi gibi… Hayalet olduğum zamanlarda diğer hayaletleri normal insanmışçasına görebiliyorum. Renkli ve katı olarak, hayalet olduklarını çevrelerine yaydıkları farklı bir ışıktan anlıyorum.

Arkadaşın Nisan’ın yaklaşık omuzlarına gelen karamel renkli düz saçları var. Şu dondurmaların üstüne döktükleri karameller gibi! Ama çikolatayla karışık karamel. Aislin’in saçları hep çok karışık ve kıvır kıvırdır oynaması çok eğlencelidir ama Nisan’ın saçları o kadar düz ki Aislin yanında çok acayip kalıyor!” Yaptığı karşılaştırma onu çok eğlendiriyormuş gibi gülmeye başladı. “ Gözleri bir bakıma Tara’yla benziyor renk olarak. Tara’nınkiler biraz daha çekik, Nisan’ınkiler daha iri… Ve ten renkleri! Tara çok beyaz duruyor onun yanında!” Durakladı. Gülümsemesi o yaşta bir çocuk için fazlasıyla hüzünlü bir hal aldı. “ Birkaç kere ağladığını gördüm. Bir seferinde gerçekten çok kötü ağlıyordu. Bazense gülüyordu, gerçekten eğleniyormuş gibi. Sinirli, kızgın ve hüzünlü olduğu anlar vardı. Orada neler yaşadığını merak ettim. Çünkü her ne yaşıyorsa hissedebiliyordu.”

İşte kendi kendimi avutma çabamın yerle bir olduğu an buydu. Ya Nisan Tara’nın zihnindeyken her şeyi onun gözlerinden görebiliyorduysa? Ya yıllardır onu görmemiz için yanı başımızda çığlıklar atıyorduysa?

“ Onu seviyorsun öyle değil mi?”dedi gözlerimi işaret ederek. Ağladığımı fark edip elimin tersiyle yaşları sildim. Ben sildikçe onların daha çok akmaya çalışmaları ne saçmaydı. Göğsümdeki ağrı sevinçten miydi yoksa hüzünden mi emin olamıyordum. “ Aislin bana onu sevdiğini söyledi.” Aiden’ın daha tanımadan sevdiğim bilmiş ablasının sözleriyle gülümsedim. Belki de ilk defa bu soruyu zorlanmadan yanıtladım.

“ Evet.”

Aiden yatağa oturduğu gibi zıplayarak kalktı.

“ O halde ondan vazgeçemezsin!” Başıyla kapıyı işaret etti. “ Onu daha yanına gelmeden önce açtım. Güvenlik görevlisi adam çok aptaldı onu izleyerek geçen sefer şifreyi öğrenmiştim.” Ergen kızlara yönelik filmlerden öğrendiği çok bariz olan bir edayla saçlarını geriye atarak omuz silkti. “ Nasıl, çok iyiyim değil mi?”

“ Her geçen saniye daha iyi oluyorsun.”dedim gülerek.


Kapıyı kiminle karşılaşacağımı umursamadan açıp kendimi koridora attım. Sağ taraftan gözlerimi yakan yoğun ışığa karşı ellerimi siper ettim. Uzun zamandır o korkunç floresan lamba dışında hiçbir ışık görmüyordum, buna alışmam birkaç dakikamı alacaktı. Arkamı dönüp tamamen karanlığa gömülen koridorun diğer ucuna baktım. Aralıklarla karşılıklı dizilmiş kapıların çerçevelerini zorla seçebiliyordum. Hepsi benim odamınki gibi gri çelik kapılardı. Burası neydi ki? Bir çeşit hapishane mi?

“ Normalde tünelin sonundaki ışığa gitmeyi tercih etmem ama arka taraf bana hiç hoş görünmedi.”dedim Aiden’a gülerek.

“ Ah, neredeyse unutuyordum!”diye ciyakladı Aiden. Arka cebinden çıkardığı küçük saydam nesneyi kaldırmamı işaret ettiği ellerime bıraktığı anda cisim ağırlık ve doku kazandı.

“ Çakı mı?”dedim inanamayarak. Daha yakından bakınca bunun tam olarak Hilal’in İstanbul merkezine açılan çakısı olduğunu gördüm. Tüm bu detayları düşünmüş olmasına inanamayarak Aiden’a bakakaldım.

“ Hilal’den buraya gelmeden önce istedim. Lazım olabileceğini düşündüm.” Durup kendi kendine kıkırdadı. “ Hilal’i çok sevdim bu arada.”

“ Aiden… Sen…” Yerimde zıplama isteğimi sırıtarak bastırdım.

“ Aiden insan formuna geçince hatırlat da seni bir öpeyim tamam mı?” Çakıyı açarak etrafımı kolaçan etmeye başladım. Gördüğüm kadarıyla hiç kamera yoktu ama koridorda kimsenin olmaması da şüphe uyandırıcıydı.

“ Merak etme kimse yok, hepsi gittiler.” Beton duvarlara uzanan elim havada kalakaldı.

“ Ne demek hepsi gitti? Burası bomboş mu şu anda?”

“ On kadar kişi vardı ama hepsi bir odada toplanmıştı. Ben de onları bayılttım. Arda bana silahlarını anlatırken oradan bir el bombası aşırmıştım.” Aiden’ın verdiği ayrıntıları net olarak duyamıyordum çünkü kafam buranın boşalmış olmasıyla fazlasıyla meşguldü. Ardı arkası kesilmeyen kalabalık ayak sesleri duymuştum. Nasıl ve neden hepsi gitmişti? Ancak bir görevleri olduğu takdirde karargâh gibi kullanıldığını tahmin ettiğim bu yeri terk ederlerdi.

Ve onların bildiğim terk görevleri bizim başımıza dert olmaktı.

“ Aiden şu an neredeyiz?”dedim çakıyı sert bir şekilde kapatıp cebime atarken. Aiden ne yapmak istediğimi anlamasa da beni takip ederek ışığa doğru yürümeye başladı.

“ Terk edilmiş bir yer. Şu uçakları koydukları büyük yerler var ya hani. Rusya’nın güneybatısındaymış.” Yönü söylerken duraklayıp havaya hayali oklar çizmişti. Uçak hangarı?? Düşündüğümden daha kapsamlı bir yerle karşı karşıya olduğum belliydi.

“ Aiden beni hemen o adamları bayılttığın odaya götürmeni istiyorum, bunu yapabilir misin?”

Aiden başını hızla yukarı aşağı sallayıp ok gibi yerinden fırladı. Onu takip etmek için koşmam gerekiyordu. O kadar kısa bacaklarla bu denli hızlı koşması akıl almaz bir şeydi. Yani en azından ilk başta onun koşmayıp süzüldüğünü fark edene dek öyle düşünüyordum.

Işığın bizi yuttuğu dönemeçle birlikte temiz havanın ciğerlerimi doldurduğunu hissettim. Algılayabildiğim tek varlık olan Aiden’ı gözlerim ışığa alışıncaya dek körlemesine takip ettim. Nefesimin havada dönüştüğü buhar koşarken yüzüme çarpıyordu. Kısa bir süre ayaklarımın altında gıcırdayan kar yerini çabucak yeniden betona bıraktı. Üzerimdeki cekete dokunmadıkları için kendimi şanslı saydım. Aksi takdirde burada birkaç saniye içinde donabilirmişim gibi korkunç bir soğuk vücudumun açıkta kalan yerlerini tırmalıyordu.

Sonunda gözlerim kardan yansıyan parlak ışığa alışınca Aiden’ın yaptığı ani dönüşün sebebi kocaman hangarı gördüm. Tek kalp atımının sığabileceği bir an boyunca duraklayarak devasa yapıya baktım. Bitişik nizamda sıralanmış birbirinin aynı üç devasa hangar üzerlerine yığılan karla neredeyse görünmez olmuştu. Arkasındaki tepeyle bütünleşmiş yapıyı görmenin tek yolu bulunduğum yerden bakmaktı. Aralık kapılardan birinin içinde gerçekten birkaç küçük uçak barındırdığını görebiliyorum. Diğeri yani Aiden’ın koştuğu hangarsa sanki içeride parçalara bölünmüş gibiydi.

Ne olur ne olmaz diyerek kapıyı oynatmadan yan dönüp yavaşça içeri girdim. Dışarıdaki tahminim doğruydu. İçerisi sistematik bir şekilde bölümlere ayrılmıştı. Kırmızı çelik köprüler ve merdivenlerle birbirine bağlanan pek çok irili ufaklı küpten oluşuyordu. Tabanda sayabildiğim kadarıyla en fazla beşer küp yan yana gelirken yukarı doğru kimi yerde altı küp üst üste sıralanıyordu. Hepsinin farklı bir iş için kullanıldığına şüphe yoktu çünkü her biri işlevine göre farklılaşmış gibi duruyordu. Tamamı çelikten yapılıp güzelce kaynaklanan küp bir köprüyle içinde laboratuar benzeri mekân barındıran tamamen cam başka bir küpe bağlanıyordu.

Aiden ağzından buranın boş olduğunu kaçırdığı için onunla gurur duyuyordum. Başka türlü böylesine bir yeri inceleme şansımız asla olmazdı. Elde edebileceğim her bilgi benim için kardı. İçeri girdiğim andan beri zihnimden süzülüp geçen farklı farklı pek çok enerjiden hangisini takip edeceğimi bilemez halde Aiden’ı takibi sürdürdüm.

En yakın merdivenden ayak seslerim hangarda yankılanacak şekilde basamakları ikişer üçer atlayarak ikinci kata çıktık. Ofis benzeri yarısı cam cepheli, masa ve evraklarla dolu küpün yanından hızla sağa dönerek durduk. Aiden yüzüme bakarak cam küpü ve içindeki yere, masaya yığılıp kalmış on kadar baygın insanı gösterdi.

Bunun bir önemi var mıydı bilmiyordum ama yine de kapıyı açmak için ceketimin kolunu kullandım. En ufak bir sorunda dahi bunu benim yaptığımı bileceklerdi. Kendimi varsa kameralardan silmem bunun aksini kanıtlamaya yeterli olmayacaktı ama parmak izim gibi kişisel bir bilgiyi Yaman’la Walker’ın eline bırakmak konusunda ciddi şüphelerim vardı.

“ Aiden, onları bayıltalı ne kadar olduğuna dair bir fikrin var mı?” Neden kısık sesle konuştuğumu ben de bilmiyordum, sanırım psikolojik bir şeydi ama elimde değildi. Aiden saydam kaşlarını çatıp düşünedururken ben çok uzun zaman önce olmaması için dua ederek odanın merkezine doğru ilerliyordum. İsteyeceğim son şey silahsızken bu adamlardan birinin uyanarak üzerime atlaması olurdu.

Tahminen yetmiş metrekare genişliğinde bir alandı. Cam duvarlardan biri koyu renkli bir filmle kaplanmış üzerine zeminden yansıyan projektörlerle pek çok veri yansıtılmıştı. İlk bakışta koordinatlara benzeyen yüzlerce sayı koyu renk arka plan üzerinde parıldıyordu. Hatta koordinat olduklarından emin olmak üzereydim, tabi çoğu düzensiz bir şekilde artıp azalmasaydı. Sayıların ne anlama geldiğini çözmeye çalışmayı bırakarak üç kişinin üzerine yığıldığı masaya göz gezdirdim. Neredeyse tüm masayı kaplayan bilgisayar ekranında bir yerin alelade uyduyla çekilmiş olamayacak kadar yakın ve net resimleri vardı. Üzerinde kalemlerle pek çok işaretleme yapılmıştı. Oklar, çemberler, yazılar ve kalın olması için karalanmış yaylar.

“ Sanırım yarım saat oldu.”dedi Aiden sonunda bir karara vararak.

“ Dalga geçiyorsun.”diye mırıldandım. Aslında bu gördüklerime verdiğim bir tepkiydi ama Aiden üstüne alınıp çok ciddi olduğunu söylemişti. Beynim gazın etkisinin en az üç saat sürdüğünü bildiğinden Aiden’ı ve konuşmasını arka plana atarak tamamen önümde duran ve korkunç derecede savaş planlarını andıran haritaya odaklandı.

Gözümde resmin üzerine çizilmiş izohipsleri kaldırarak üç boyutlu bir harita canlandırmaya çalıştım. Tanıdık gelen kıvrımları ve kıvrılan yolu nereden hatırladığımı uzun süre düşünmem gerekmemişti. Kırmızıyla haritaya atılmış çarpının üzerinde kocaman dalgakıran yazıyordu. Ölçeğini bilmesem de tahminen en fazla iki üç metre kadar gerisindeyse maviyle atılmış daha küçük ama rahatsız edici bir başka çarpı vardı, Yaman.

Kaz dağındaki son dalgakıran için hazırlanan tuzağın planlarıydı bu! İyi ama dalgakıranın yerini biliyorlarsa neden sadece alıp gitmiyorlardı? En başından beri Walker’ın istediği bu değil miydi? Onu neden yem olarak kullanıp çevresini mavi ve siyah çarpılarla kuşatıyordu?

Masaya indirdiğim yumruk Aiden’ı yerinden zıplatmıştı.

Nisan… Nisan’ı istiyordu… Sadece Arya’nın parçalarından birini daha toplamak değildi amacı. Nisan’ı ve belki de Tara’yı bu şekilde kolayca ele geçirmek istiyordu. Sayıları bu kadar fazlayken bizimkilerin ona karşı hiçbir şansları olmazdı. Deneyemezlerdi bile! Her ne kadar Ayas Nisan geri geldikten sonra hiçbir şeyi saklamayacağını söylese de şu an işin içine fazla hırsızın dâhil olmasını istemiyordu. Adım kadar emindim ki oraya yanlarına destek almadan gitmişlerdi ve kendilerini neyin beklediğini bilmiyorlardı.

Gerçi çoktan öğrenmiş olabilirlerdi.

Şimdi önümde uzanan iki seçenek vardı; burada kalıp Yaman ve Walker’ın uzun vadede planladıkları her şeyi en ufak ayrıntısına kadar öğrenebilirdim ya da harekete geçebilirdim.

Karar vermesi pek de zor olmamıştı.

“ Aiden gitmeliyiz.”dedim. Aiden buruşmuş bir suratla bana döndü.

“ Sen de hissediyor musun?”dedi ağzındaki tattan hoşlanmamış gibi.

“ Neyi? Şu an pek çok şey hissediyorum.”

“ Sadece bir tanesi çok güçlü ve tanıdık. Şu senin buraya gelmeden önce yanına gittiğin enerji… Tıpatıp aynısı olduğunu hissediyorum.” Onun söylediklerini umursamadan cama kapı açmak için yönelmiştim ki durdum. En son Aiden’a kulak asmadığımda bu Nisan’a mal olmuştu. Bahsettiği enerjinin ne olabileceğine dair aklıma gelen tek ihtimal olmaması gereken tek ihtimaldi.

“ Ok ve yaydan söz ediyor olamazsın değil mi?”dedim yavaşça. Olmamalıydı çünkü o bir dalgakırandı… İçindeki anıyı gösterdikten sonra enerjisini kaybetmeliydi. “ Nerede?”Hangi enerjiyi takip edeceğimi bilemeyerek Aiden’a sordum. Tereddüt dahi etmeden yukarı çaprazımızdaki metalik küpü gösterdi. Hangarın duvarlarıyla aynı olan çeperi onu neredeyse gözlerden tamamen gizliyordu. Ona ulaşan köprüler bile kırmızı değil metalik griydi. Arka fonuna sadece sınırlı açılardan giren diğer renkler olmasa dikkatsiz gözlerden kaçabilirdi.

Saklamak ya da saklanmak için çok uygun görünüyordu. Ancak aynı zamanda görebildiğim kadarıyla hiç kapısı yoktu.

“ Aiden, oraya gidip eğer içerideyse okla yayı alıp hemen buraya dönebilir misin?”dedim. Aiden’ın keyfine diyecek yoktu. Hem onun hislerini dikkate almış hem de ona bir görev vermiştim. Cevap bile vermeden küçük saydam Aiden buhara dönüşerek hedefine doğru süzüldü. Eğer ki düşüncelerimiz doğruysa o odanın en üst düzey güvenlik önlemleriyle korunduğuna kesin gözüyle bakabilirdim. Bu da demek oluyor ki insanlar, kâhinler, hırsızlar ve seçilmiş hatta belki de hayaletler için girilmez hale getirilmiş olmalıydı. Şansa bakın ki Aiden şu an bunlardan hiçbiri değildi. Ne bir insandı ne de bir hayalet.

Daha önce bunu sorduğumda merkezdekiler çakının sabit, katı herhangi bir yüzeyde işe yarayacağını söylemişlerdi ama hiç camda kullanmayı denememiştim. Parmaklarımı değdirmemeye özen göstererek cama düzgün bir dikdörtgen çizdim. Çakıyı kapatıp cebime attığım sırada ardından artık aşinası olduğum o ışığın süzülmesi içimi rahatlatmıştı.

“ Onu buldum!” Aiden şakıyarak yanımda form buluverdi. Artık korkmuyor, şaşırmıyordum. Kendimi her an bir yerden Aiden çıkabilir diye programlamıştım. Yine ceketimin kollarını kullanarak kapıyı iteklerken Aiden sevimli sevimli bana okla yayı uzatıyordu.

“ Sen de kalsın ufaklık.”dedim ona göz kırpıp. Aiden ne kastettiğimi anlamış gibi başını salladı. Hala bir dalgakıran olarak enerji yaydığını sanmıyordum. Bunu Aiden onu yanıma getirdiğinden beri daha net hissedebiliyordum ama yine de dokunup zaman kaybetmek gibi bir riski göze alamazdım. Bu cismin bir özelliği vardı. İzlediğimiz anılardan birinde Arya’nın bunu ona Ay’ın verdiğinden bahsettiğini hayal meyal hatırlıyordum ve sadece dalgakıranı olmasını isteseydi geriye yayı bırakması yeterliydi. Ama o tek bir ok bırakmayı ısrarla istemişti. Walker onu bu denli güvenle koruyorken ondan çalma şansını geri tepmeyecektim.

Kâhin olarak hırsızlık yapmanın verdiği haz da bir başkaydı.

“ Hadi bakalım, gitmeliyiz.” Aiden emre itaat eden bir asker gibi sorgusuzca açtığım kapıdan içeriye koştu.


“ Evet efendim, kimliğini onayladık. Kuzey Öncül, Türkiye bakanı-“ Öksürerek sabırsızca ayaklarımı yere vurdum. Kendimi liseli kızlar gibi hissediyordum ama Ayas’tan öğrendiğim şey iyi kalpli değil de burnu havada olursan merkezde işin çok daha çabuk halloluyordu. Telefonda konuşan kız biri ona elektrik vermiş gibi irkilerek sandalyesinde daha dik konuma geçti. Benim Ayas’ın odasında bulduğum bir lastikle saçlarımı ensemde küçük bir kuyruk olarak toplama çabam kızın her tarafından ayrı bir saç telinin fışkırdığı dağınık topuza yeni bir anlam kazandıran kuş yuvasının yanında son derece özenli duruyordu.

Aiden’la Ayas’ın odasına çıktığımız anda alarmlar devreye girmiş kapının hemen dışında korkunç bir koşuşturmaca başlamıştı. Ayas, yani aslında Jay, artık organizasyon başkanı olduğu ve eski mevkisi şu anlık boş olduğu için bu kapıyı kimsenin kullanmasını beklemiyorlardı. Neyse ki içeri girmelerinden önce Aiden’a okla yayı sadece Ayas’ın bildiği şifre ve parmak iziyle açılan önemli evrakları sakladığı kasasına koydurmayı akıl edebilmiştim. Biz geri dönene kadar orada güvende olacaklardı. Aiden’a yanımdan ayrılmamasını ve hiçbir şeye dokunmamasını henüz geçitteyken tembihlediğim için en azından ondan yana içim rahattı.

“ Affedersiniz, artık organizasyon başkanı olan Jay Beyin grubundan.” Jay Bey lafını duyunca içinde bulunduğum duruma rağmen gülmemek için yanaklarımı ısırmam gerekti. İki kelime tek başına fıkra gibiydi… Jay Bey… Ya da belki bir çeşit süper kahraman? Eh, gerçi bu şıkta bazı doğruluk paylarının olabileceğini inkâr edecek değildim. Acaba Ayas kendisine Jay Bey denmesi hakkında ne düşünüyordu? Eskiden Nisan’ın ona sadece Jay diye hitap etmesinden yola çıkacak olursam onun da bunu trajikomik bulduğunu düşünebilirdim.

Kuş yuvası kız telefonun ucundan gelen sesle yıkılmış gibi yüzünü buruşturdu. İçeri onun önderliğinde dalan beş kişinin beşi de orada olmamam gerektiğinden son derece emindi. Hele ki bu minyon, çelimsiz kızın beni baştan aşağıya süzüp hoşnut kalmayan bakışları sinirlerimi hoplatmıştı. Kusura bakma üstüme başıma çekidüzen vermeye vaktim olmadı diye homurdanmamak için tüm irademi kullanmıştım. Yine de beni görüştürmeye götürdüğü kişi her kimse en azından ondan geçer not alabilmek için saçlarımı toplayıp üzerimdeki tozu toprağı silkeleme vakti bulmuştum.

Kıza adımı vermiş hem tam erişim iznine sahip olduğumu hem de Jay Bey’in özel grubunda yer aldığımı söylemiştim. Ama Aiden’ın yanımda tısladığı gibi bu cadaloz bana tabi ki de inanmamıştı. Bununla gerçekten uğraşmalı mıydım? Bize bir kart falan verselerdi olmaz mıydı? Aiden dalgakıranı sakladıktan hemen sonra Tara’yla ilgili kötü bir şeyler hissettiğini söylemişti. Zaman, Walker’ın aksine benim aleyhime işliyordu.

Kız apar topar yerinden fırlarken arkasındaki kapı savrularak açıldı. Terden yüzü kıpkırmızı kesilmiş orta yaşlı bir adam telaşla yanıma geldi. Bu soğukta nasıl bu kadar terlediğini merak etmiştim. Takım elbisesinin gizleyemediği yaşına göre inanılmaz derecede formda olan vücuduyla oldukça heybetli duruyordu. Tabi eğer, yüzündeki aman tanrım ben ne yaptığım ifadesi ve pekiştiricisi ter damlaları olmasaydı daha göz korkutucu olabilirdi. Kazıtılmış kel kafasından bir damla ter siyah gözlerinin kenarından süzüldü. Bana elini uzatmadan önce koyu lacivert takım elbisesinin önünü ilikleyince bu terlemenin sebebinin ben olduğumu anladım.

“Az önceki tutumumuzdan dolayı çok ama çok üzgünüz Kuzey Bey. Ben Ömer Yalgın, yeni biri atanana kadar bakanlığa vekâlet ediyorum.”dedi. Uzattığı eli sıkarken benden yaşça çok büyük birinin önümde el pençe divan durması beni biraz sarsmıştı. Ayas’a tam erişimin ne anlama geldiğini sorduğumda ve o bana yakında anlarsın dediğinde bu kadarını da beklemiyordum. Adamcağızın bu hallere düşmesi pek hoşuma gitmese de istediğimi çabucak yaptırabilmek için liseli kız olmaya devam etmem gerektiğini kendime hatırlattım.

“ Önemli değil, acelem var ve hemen konuya girmek istiyorum.”dedim. Adam ofisini koluyla işaret edip geri çekilerek bana yol verdi. “ Yürümeyi tercih ederim, dediğim gibi acelem var. Özellikle hava ulaşımına dair elinizde neler olduğunu görmek istiyorum.” Sesimin otoriter tonu beni bile şaşırtmıştı. Belki de küçükken sırf Hilal’in çenesi kapansın diye Arda’yla birlikte üçümüzün katıldığı o tiyatro kulüpleri gerçekten işe yaramıştı.

Ben genelde sessizce bir köşede durup her şeyi izlemeyi seven tiptim. Sürekli sakin olmam ve acil durumlarda çevremdekilerden daha mantıklı, net düşünebilmemin sebebi de buydu. İzlediğim için ardından gelebilecek muhtemel olaylara dair teorilerim olurdu. Doğru zamanda söylenecek tek bir cümle tüm konuşmayı yapmaktan daha etkili olabilirdi. O yüzden aslında benim gibi herkesi gözlemleyen Arda’dan daha farklıydım. O, gözlem yaparken olayların içine girip bunu yaşıyordu. Bense ona oranla daha çok ot gibi yaşıyor sadece izliyordum. Sakin, sessiz ve huzurlu görünen hayatımdan da karakterimden de aslında hiçbir zaman mutlu olmamıştım ama bunu değiştirecek cesarete de sahip olamamıştım.

Nisan’ınsa yaptığı her harekette belki de benim tüm hayatım boyunca sahip olamayacağım kadar cesaret vardı ve o cesarette, Nisan’a has inanılmaz bir güzellik vardı. Beni tüm bu zaman boyunca ona çeken de bu güzellikti. Neden kabul edememiştim? Neden ondan güç alarak her gün özellikle onun için daha cesur olmaya çalışırken, hayatımı istediğim düzene sokmaya, evdeki kimseye anlatamadığım garip karanlık yaşantımdan kaçmaya çalışırken onun bana olan hislerini fark ettiğim halde neden kabul edememiştim? Gerçek olamayacak kadar güzel miydi yoksa ben henüz bunun için yeterince cesur değil miydim? Kesin olarak bildiğim tek şey sahip olduğum en büyük şansı en uygun zamanda geri teptiğimdi. Nisan’ın daha okulda ikisini birlikte gördüğüm ilk anda Derin’e olan bakışlarını unutmayacaktım. İstesem de unutamayacaktım… Ama bazen kendi kendime Nisan geri döndüğünde ne yapacağımızı düşünüyordum. Şu an kendimi gerçekten bir şansım olduğu konusunda kandırmam kolaydı. Geri geldiğinde seçtiği kişi Derin olursa yanlarında kalıp bunu izleyebilecek miydim? Pek çok şeyi riske atarak onun için savaşacak mıydım? Yoksa merkezden, onlardan, sevdiğim herkesten kaçacak mıydım?

Hangisi daha çok cesaret gerektiriyordu acaba, kalıp her gün onları izlemek mi yoksa gidip onu bir daha görmemek mi?

“ Elinizdeki hemen şu an harekete geçebilecek tüm hırsızlara ihtiyacım olabilir. Bana bunun için bir rakam verebilir misiniz?”dedim adamın gösterdiği şekilde sola dönüp bölümleri birbirine bağlayan cam tüpe çıkarak. Tonlarca suyla aramda sadece bu camın olduğunu bilmek beni korkutmaktansa büyülüyordu. Ayas’ın yanına geldiğimde genelde ofisine değil de ana kapıya çıkma sebebim de buydu. Bu yolu yürüyerek gitmeyi seviyordum. Ne yazık ki o arada insanlarla konuşup selam vermeyi sevmiyordum. Bu yüzden beni burada pek az kişi tanıyordu.

“ Hemen şu an istediğiniz yere hareket edebilecek en iyi kaliteden yaklaşık yüz tane hırsızımız var.” İşte bu… Bu merkezden nefret etme nedenimdi. Onları şu an bulundukları yere çıkaran hırsızlara manav tezgâhındaki meyve muamelesi yapıyor olmaları beni delirtiyordu. En iyi kalite mi?

Yumruklarımı sıkarak bu imayı duymamış gibi yaptım. İstanbul’daki merkez gerçekten adına yaraşır şekilde Türkiye’deki en büyük merkezdi. Ülke genelinde dört büyük merkez vardı zaten; İstanbul, Ankara, İzmir ve Mersin. Ancak diğer üçünün toplamı bile İstanbul’daki sayıya ulaşmıyordu. Bu ana merkezler dışında diğer bölgelerde birkaç merkez daha olsa da rakamsal olarak bilmeme gerek olmayacak kadar küçük işler yapan küçük merkezlerdi.

“ Güzel. Hepsini istiyorum.”dedim kafamda gördüğüm haritadaki işaretlemelerle bir eşleştirme yaparak. Yüz kaliteli meyve Jay Bey için yeterli olacaktı. Ömer kulağındaki cihaza dokunup emirler yağdırmaya başlamıştı bile.

Yanından geçmekte olduğumuz ana kapıda duraklayarak kendi kendime sinirle güldüm. Ömer bunu sayıdan hoşlanmama yormuş olacak ki o da güldü.

“ Bu koordinatlara gitmelerini istiyorum.” Kapının yanındaki ekrandan hızla bölgeyi belirleyip en yakındaki yapıyı işaretlerken. Ömer’e yanıma gelip incelemesi için işaret ettim. Adam hemen yanımda bitiverince Aiden kıkır kıkır güldü. “ Kapıyı açabileceğimiz en yakın bölge burası. Üç gruba ayrılmalarını ve bu yönlerden işaretlediğim alanı kuşatmalarını istiyorum. Biz oraya ulaştığımızda muhtemelen bu alan kaçak grupların elinde olacak. Onları kendi çemberimize almalıyız. İç bölgede Jay’e yeterince destek aktarabilirsek çatışma olması durumunda onları sıkıştırırız. Bu yüzden o bölgeye iniş yapabilmek için uçuş filonuzu görmeliyim.” Harita’da hafızamda kalan tüm işaretlemeleri yaparken bu bilgilerin çoktan emrime verilmeye hazırlanan hırsızların el bilgisayarlarına aktarıldığını bilerek düzgünce yaptım. Hatta Ömer yeterince zekiyse bu konuşmamı kulaklığı aracılığıyla onlara ulaştırmış olurdu.

Merkez böyleydi… Her zaman tetikte, her sorunda harekete geçme süresi göz kırpmak kadar kısa bir organizasyon. Bunun için geliştirilmiş teknolojiler ve eğitilmiş hırsızlar. Ondan nefret etmem bile işlerin mükemmel hızda ve disiplinde yapıldığını inkâr edeceğim anlamına gelmiyordu.

Jay’in adını duyunca gerilen Ömer durumun ciddiyetini anlamış olacak ki tekrar kulaklığına sarıldı. Bu arada bana istediğim hava desteğini sağlamak için yolu gösteriyordu. Aslında bu konuda uzun uzadıya düşünme fırsatım olmamıştı. Elimdeki verilerle aklıma gelen ilk ve en uygulanabilir plan buydu. Bizimkiler kaçak grubu tarafından çembere alınmıştı. Herhangi bir yerden yapacağımız müdahale diğer kaçakları sıkıştırdıkları gruba saldırmaya itecekti. Sadece etraflarını çevirirsek bizimle dalaşmak yerine yine gruba saldırabilirlerdi ve bunu yaşanmadan önce engelleyebileceğimizin bir garantisi yoktu. Ama içeride ve dışarıda yeterince güçlü olur, onları arada sıkıştırırsak birbirimize girmeden kaçmalarını sağlayabilirdik.

Ya da ben çok strateji oyunu oynamıştım… Emin değildim. Yine de yanımda vekil olabilecek kadar bilgili bir adam durup bana sen ne saçmalıyorsun velet diye bakmadığına göre oyunlar ve eğitimden bir şeyler kapmıştım. Kendinden emin konuşma konusununsa alışkanlık yapmasını umuyordum.

“ Ne tarz bir araç istersiniz?”

“ Elimizde ne var?” Hiçbir fikrim yok, kaçakların tek atışta yere düşüremeyeceği mümkünse bizi çemberin merkezine kadar ulaştıracak bir şey olsun yeter…

“Aslında geçen sene Jay Beyin özellikle kaynak ayırarak geliştirilmesini istediği bir uçağımız var. Bunun için dünyadaki bazı özel merkezlerden teknisyenlerden getirildi.”

“ Ama?”dedim devamı olduğu bariz belli olan cümlesini tamamlaması için ısrar ederek. Bir Jay Bey vakasıyla daha karşılaşmamı tamamen görmezden geldim.

O bahsedince hafızamda bu projeye yönelik bazı şeyler canlanmıştı. Ayas’ın topladığı ekipte Mersin’deki teknikten tanıdığım Ayhan abinin de olduğunu anımsadım.

“ Ama henüz test aşamasından ileriye geçemedi. Böylesine kalabalık bir görevde kullanmanız çok riskli olabilir.” İşte mükemmel merkez çalışanı örneği. Tam erişimim var ve organizasyon başkanını tanıyorum dediğim an elindeki tüm adamları alsam dahi nedenini sormuyordu. Karşı çıkmıyor sadece önerilerde bulunuyordu.

“ Aracın özellikleri ne?” Önerdiğine göre bir sebebi olmalıydı. Beni oyalıyorsa tez vakitte kellesini vurdururdum.

“ Kâhinler tarafından hissedilemeyecek ve ister insan ister ruh olsun herhangi bir gözün algılayamayacağı özel bir gaz bulutu içinde ilerleyen bir çeşit uçak. Tabi ki sıradan havacılıkta kullanılanlardan en az on kat daha hızlı ruh motorları var. Onlar her hava taşıtımız için standarttır.” Şu ruh motorları dedikleri şey gerçekten kanımı donduruyordu. Normal motor gücüne destek olarak hırsızların ruhlarını kullanıyorlardı. En az motor sayısı kadar hırsız uçakta olmak zorundaydı. Her biri bir motoru kendi enerjisiyle besleyerek sıradan uçakları bile kaldıramayacakları hızlara çıkarabiliyorlardı. Bu işin sonundaysa gittikleri mesafeye göre tamamen tükenip ölenler bile oluyordu. Ayas beni bunun çok nadir görünen bir durum olduğu konusunda temin etse de bu olayın benim gözümdeki dehşet vericilik katsayısını düşünmüyordu. Mesafemizin kısa olması elimdeki tek artı noktaydı.

“ O hızda çevresindeki bulutu nasıl korumayı başarıyor?” Sorum çalıştığı yerden gelmiş olacak ki sırıtmaya başladı.

“ Araştırmaya bu denli büyük bir bütçe ayrılmasının sebebi de bu. Uçağın kendi ürettiği gaz harekete geçtiği anda katılaşarak yüzeye yapışıyor. Buradaki ilk sorun her zaman uçağın tamamını gizlemeyi henüz başaramamamız. Toplamda avuç içinizi dolduracak kadar bir alan çoğu zaman görünür kalıyor.” Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. Toplamda avuç için kadar açıkta kalan alan üzerlerinden geçen kaçaklar ne düşünürdü acaba? Bir kuş olduğunu mu yoksa organizasyonun yeni gizli uçağını üzerlerine saldığını mı?

“ Tek sorun buysa onu kullanabiliriz. Hem testinizi de yapmış olursunuz.” Cevap vermesine fırsat bırakmadan hangara daldım.


“ Görüş alanımızdalar, hazır olduğunuz zaman haber verin efendim.”dedi yanımdaki hırsız. Bunu yapmak üzere olduğuma gerçekten inanamıyordum. Oraya geldiğimizde atlamamız gerekecekti ve benim dışımdaki herkes hırsız olduğu için bunu ruh formunda zarafetle süzülerek yapabilirlerdi isteseler. Bana üzüldükleri için midir nedir iki tanesi benimle birlikte atlamaya karar vermişti. Hoş, orada sadece ruhlara değil bedenen bulanacak hırsızlara da ihtiyacımız olacağı kesindi.

Görünmez uçağımızın bir başka problemiyse sadece havadayken görünmez olmasıydı. Atlamak için kapıyı açtığımız anda muhtemelen kabak gibi ortaya çıkacaktık. Teknik bir arıza olması duruma karşın uçakta olmak için ısrar eden Ayhan abi uçağı sakladıkları gazın aynını kullanarak açık kapıyı saklayabileceğimizi düşünüyordu. Hareket etmediğimiz için dışarı salınan gaz dağılana kadar görünmez kalabilirdik. Yine de şaşırmalarına verdiğimiz payı da katınca çok hızlı olmalıydık. Havada asılı kalmak için aşağı güç veren motorlar mutlaka bir enerji akımı yaratacaktı. Kar tabakası olsun ya da olmasın çıkan rüzgârı bir insan bile rahatça hissedebilirdi. Bu yüzden çabuk olmalı ve hemen atlamalıydık.

Bunun işe yaramasına ihtiyacımız vardı. Bu gerçekten işe yaramalıydı. Nisan’ın nerede olduğunu biliyordum artık, o hep yanımızdaydı! Bunu bilerek bir dakika daha kaybetmeye tahammülüm yoktu. Onu Tara’nın zihninden nasıl çıkarıp kendi bedenine yerleştireceğimizi bilmiyordum ama Arya son dalgakıranın içine bunu da gizlemiş olmalıydı.

“ Hazırım.”dedim. Aiden heyecandan yerinde duramayarak zıplıyordu. Dönüp ona bakınca konuştuğumuz gibi yavaşça uçaktan dışarı süzüldü. Aiden, onların dikkatini çekmek için sahip olduğum en iyi kozdu.

“ Alçalıyoruz.” Gözlerimi kapadım. Derin bir nefes alarak kendimi rahatlatmaya çalıştım. Burası belki de yolun sonu olacaktı. Neredeyse iki buçuk yıldır yürüdüğümüz yolun sonu…

“ Kapı açılıyor, atlamak için üçten geriye sayın.” Pilotun robotik sesi Ayhan abininkiyle kesintiye uğradı.

“ Kuzey, git ve çikolata kaplı şekerparemi bana geri getir. Yoksa yemin ediyorum seni yakıt olarak kullanıp bu uçağı Antarktika’ya yollarım.” Ondan tarafa dönmesem de kokpitten beni görebildiğini biliyordum. Bu büyük bir yolcu uçağı değildi, daha çok bilimkurgu filmlerinden fırlamış zırhlı tanklara benziyordu.

Kapı açılırken elimi kaldırarak ona anlaştığımızı gösteren bir işaret yaptım. Aiden’ın sesi içeri giren rüzgârla birlikte kulaklarımı doldururken pek de yüksekte olmadığımızı fark edip aşağı atladım.

Ve Hilal’in çığlığı kesinlikle duymaya değerdi.

“ Aiden!” Ayas’ın neler olduğunu anlamlandıramayan bakışlarına sonra karşılık verebilirdim. Öncelikle Aiden’ın güvende olduğundan emin olmalıydım. Ona seslenince hemen hayalet formuna bürünüp korkmuş bir ifadeyle yerde yatan ablasının yanına süzüldü.

“ Ku… Kuzey?” Benimle birlikte uçaktan inen hırsızlar kaçaklarla aramızda bariyer oluştururken Hilal bunların hiç biri umurunda değilmiş gibi çöktüğü Aislin’in başından kalkıp kendini üzerime attı. “ İyisin! Buradasın ve iyisin!” Ne yapacağıma karar veremediğim bir dakika boyunca bocaladım. Sonra kaçakları arkalarından saran diğer grubun yarattığı dikkat dağınıklığında Hilal’i sakinleştirebileceğime karar verdim.

“ İyiyim, iyiyim sorun yok. Sakinleş…” Ona kısa da olsa sıkı sıkı sarılmak için kendime izin verdim. En az onun kadar benim de buna ihtiyacım vardı. İyi olduklarını, iyi olduğumu bilmeliydim. Ona sarılıp sırtına zarar vermemeye dikkat ederken hemen ardındaki Tara’nın bana bakışlarını yakaladım.

Tara’ya sadece bakmak bile dengemin alt üst olmasına yetti. Aiden’ın söyledikleri boş zihnimde kıyıya vuran dalgalar gibi sürekli tekrar ediyordu.

Birkaç kere ağladığını gördüm. Bir seferinde gerçekten çok kötü ağlıyordu. Bazense gülüyordu, gerçekten eğleniyormuş gibi. Sinirli, kızgın ve hüzünlü olduğu anlar vardı. Orada neler yaşadığını merak ettim. Çünkü her ne yaşıyorsa hissedebiliyordu.

Aiden gibi Tara’nın çehresinin altına saklanan Nisan’ı göremiyordum. Bunu deli gibi istesem de yapamıyordum. Bunca zamandır onu bir kere olsun hissedememiştim. Gerçi onu Aiden’ın değil de benim hissetmem işlerin kesinlikle kötüye gittiğini gösterirdi. Eğer Nisan’ı görmüş olsaydım, bu onun öldüğünü gösterirdi…

Tara ve hemen yanındaki Yaman bana burada ne aradığımı sorgulayarak bakıyordu. Yaman’ı anlayabilirdim ama Tara’nın da en az onun kadar burada olmamı beklememesi şaşkınlık uyandırıcıydı. Sonra tüm tabloyu incelediğimde bunun neden olmuş olabileceğine dair birkaç fikir edinmiştim. Hiç yara almasan tutsak düşmüş bir Tara, yerde yatıp baygın olmadığına kalıbımı basabileceğim mükemmel oyuncu Walker, hala aktif olduğunu hissedebildiğim Tara’nın gerisinde duran bir adet dalgakıran…

Yaman’ın Tara’yı bu şekilde yakalamak için beni kullandığına şüphem yoktu. Bu yüzden Tara bu kadar şaşkın ve sinirliydi.

Öte yandan sonunda Hilal gözlerini kurulayıp beni serbest bırakırken yerde dizleri üzerine çökmüş Derin’in neden orada olabileceğine dair hiçbir fikrim yoktu. Hilal’in bana sarıldığı sırada sırtıma vurarak dönmeme çok sevindiklerini gösteren Ayas Derin’e ne olduğunu anlamak için yanına çökerken Arda da etrafı inceliyordu. Ruh formundaki hırsızları ne görebiliyor ne de hissedebiliyordu ve bunun ne kadar sinirlerini bozduğunun farkındaydım.

“ Bu da ne demek oluyor!” Yaman’ın sesi gök gürültüsü gibiydi. Korkutucu olduğu kadar umurumda da değildi. Ayas’ın konuşmalarına hiçbir tepki vermeyen Derin’in bakışlarını takip edince onun Tara’ya baktığını fark etmiştim. Hem de gözlerini dahi kırpmadan, doğru düzgün nefes bile almadan… Yüzünde göğsüne en yakını tarafından saplanan bıçak yüzünden öleceğini idrak etmiş ama bunun iyi mi kötü mü olduğuna karar verememiş bir adamın hüznü vardı. Bunu nasıl yapmış olabileceğini bilmiyordum ama yapmıştı…

Derin, onun Tara’yla olduğunu biliyordu…

“ Onu buldum.”dedim Ayas’ın omzuna dokunarak. “ Reenkarnenin nerede olduğunu biliyorum.” Kaskatı kesilmiş Derin’inki dâhil tüm yüzler bana döndü. Kıpkırmızı olmuş lacivert gözlerinde kendi yansımamı görebiliyordum. Hayatımda pek çok şey paylaşmıştım, hatta hayatımı bile birçok insanla paylaşmış benim adıma kararlar almalarına izin vermiştim. Ama nefes aldığım tüm bu zaman boyunca hiçbir zaman hiç kimseyle şu an Derin’in gözlerinde gördüğüm duyguları, düşünceleri, anıları paylaştığım kadar başka şeyler paylaşamamıştım.

“ Ve senin de bunu çok iyi bildiğini biliyorum Yaman!” Ayas kalkabilmek için tutunduğu kolumu tüm gücüyle sıkıyordu. Kendine gelmeye başlayan Derin ayağa kalkmış hemen kim olduğunu söylemezsem delirecekmiş gibi duran Ayas’ı omuzlarından yakalamıştı. Bakışlarımı tamamen Yaman’a ve Tara’ya çevirmeden önce şu an Ayas’ın kontrolünde olan Nisan’la göz göze geldik.

Bu bir refleks miydi, Ayas’ın ruhunun şaşkınlığından kaynaklanan bir şey miydi yoksa artık her şeyi bildiğim için dikkatimi çeken basit bir ayrıntı mıydı bilmiyordum ama havaya kalkmış kaşları, konuşmak için sesine ulaşamayan dudakları ve akmaya hazır yaşlarla bana bakan Nisan sanki ruhu dönmüşçesine gerçek hissettiriyordu.

“ Walker kendini yere mi attı yoksa inandırıcı olması için en azından bir kere vurdunuz mu?!” Nisan’ın ifadesi içimdeki öfkeyi körüklüyordu. En başından beri her şeyi bilip köşelerinde gülerek bizi izleyen bu insan adı altına sığınmaya çalışan yaratıklara katlanamıyordum. Sadece böylesi daha çok işlerine geldiği için bizimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyorlardı.

Çevresini dikkatlice inceleyip durumu kafasında analiz ettikten sonra Yaman gülmeye başladı. “ Aiden değil mi?”dedi gülerek. “ Seni Aiden çıkardı.”

“ Ne diyebilirim ki, annesine çekmesi büyük bir şans!” Yaman’ın gülümsemesi belirdiği hızda yok oldu. Aslında bağırmak istiyordum, herkese Walker’ın gerçekte kim olduğunu haykırmak yerde öylece yatarken kıs kıs güldüğünü göstermek istiyordum… Ama Aiden buradayken yapamazdım. Henüz yedi yaşındaki bir çocuğa sırf kendi öfkemi kusmak için muhtemel bir sarsıntı yaşatacak kadar kendimi kaybetmemiştim. Onun da zamanı gelecekti elbet. Şimdi kimse yaralanmadan Tara’yı, sonra da Nisan’ı geri almalıydım.

“ Tara’yı serbest bırak, hemen.” Ayas’ın otoriter sesi birer kartopuna dönüşmüş ağaçların arasında yankılandı. Derin’in ona ne yaptığını bilmiyordum ama kendine getirdiği belliydi. Buna kesinlikle ihtiyacım vardı çünkü bütün bu adamları buraya toplayıp getirebilirdim ama kesinlikle yönetemezdim. Onun öne doğru attığı tek adım hırsızların hazır pozisyona geçmesine yetmişti.

Eğer bu mümkün olsaydı Ayas’ın gözlerinden şu anda yeşil alevler çıkar ve Yaman’dan geriye küllerini dahi bırakmazdı.

“ Hayır, siz… Siz bize Nisan’ı vereceksiniz!”

Ayas güldü. Kısa, sert ve bir bakıma korkutucu bir gülüştü.

“ Etrafına bir bak! Artık şartları sen belirlemiyorsun!” Kollarını iki yana açınca hala bedenlerinde olan tüm hırsızlar silahlarını çekerek kendilerine en yakındaki kaçağı hedef aldı. İki grubun arasında kalan kaçakların huzursuzlukları yüzlerinden okunuyordu. Sırf Yaman dedi diye kalıp bizimle savaşıp savaşmayacaklarını merak ettim. Organizasyon bünyesinde yetiştirilen bir hırsız hele ki bunu başkanı emrediyorsa asla kaçmazdı.

“ Son baktığımda Tara’nın hayatı hala bana bağlıydı.”dedi Yaman dişlerinin arasından. Sinirlerim bozulduğu için ben de gülümsemeye başlamıştım.

“ Onun kılına dahi dokunamayacağını ikimiz de biliyoruz… Çocuk mu kandırıyorsun sen?!” Konuşurken nefes almıyor sinirden ağzımdan tükürükler saçıyordum. Tara’ya en ufak bir zarar vermesi demek Walker tarafından ölüm fermanının imzalanması demekti. Her şeye en baştan başlar belki de yüzyıllarca Arya’yı bulamazdı. Bulsa da içinde bulunduğu beden yeterince güçlü olmazdı. Bu onun tek şansıydı ve bu şansı asla Yaman’a yedirtmezdi.

“ Kimse vazgeçilmez değildir Kuzey. Ne sen ne ben ne de Tara.”


O kadar hızlı olup bitmişti ki her şey… Yaman sırıtarak Tara’nın boğazına dayadığı bıçağı kaldırmış göğsünü nişanlayarak indirmişti. Walker bunu yapacağını hissetmiş gibi Yaman sözlerini bitirdiği anda ölü gibi yattığı yerden fırlamıştı. Yaman’a doğru kustuğu alevleri haykırışı kadar hızlı ve keskindi…

Ama ne o ne de ruhu bedeninden ok gibi fırlayan Ayas, o bıçağın Tara’nın bedenine saplanmasını önleyememişti…

Walker’ın son anda ayaklarından yakaladığı Yaman bıçağı istediği gibi Tara’nın kalbine değil karnına saplamıştı. Sonrasıysa… Sonrasıysa tüm bu olanlara inat ağır çekimde gerçekleşen bir karmasaydı.

Ayas’la Walker’ın bağırışları birbirine karışmıştı. Biri Tara’nın öteki Arya’nın adını haykırıyordu. Çemberin dışındaki hırsızlar harekete geçmiş kaçmayıp savaşmayı seçen tüm kaçakları yok ediyordu. Ayaklarından vücuduna yayılan alevlerin yediği Yaman’ın ruhu kahkahalar atıyordu. Sanki ölmek, Tara’yı da kendisiyle götürdüğü sürece umurunda değil gibiydi. Ayas elindeki kara bıçakla tek hamlede başını ruhunun kalan kısmından ayırdığında ne yaptığını fark etmiş gibi duraklamıştı.

Yaman gitmişti… Sonsuza dek…

Hilal, Arda ve Derin koşarak soluğu Tara’nın yanında aldığı sırada Ayas bıçağı Tara’nın bedeninden çıkarmaya çalışan Walker’ın üzerine atlamıştı. İkisi Tara’dan uzağa yuvarlanırken neler olduğundan emin değildim. Sanırım Walker ve hayatta kalan diğerleri kaçmış, Hilal gözleri dehşetle açılmış ağzından kan sızan Tara’yı hayatta tutmaya çalışırken Derin ve Arda onları korumaya çalışmıştı.

Bilmiyordum… Bilemiyordum…

Aislin’in hemen yanında yere yığılırken en son ne zaman nefes aldığımı hatırlamıyordum. Hiçbir ses duymuyor, hiçbir şey hissetmiyordum. Gözlerimi kırparsam görüşümü de kaybetmekten korkarmış gibi göz kapaklarımın sınırlarını zorluyordum. Tek tek tüm kaslarım iflas ediyordu. Hissizlik önce bacaklarımı sonra kollarımı ve en son kalbimi vurmuştu.

Görüyordum… Görmek istemesem de, kör olmayı umarak gözlerimi kapamayı istesem de inatla açık tutuyor ve görüyordum. Ayas’ın Tara’nın yanına koşarken farkında olmadan terk ettiği Nisan’ın cansız bedeni birkaç santim önümde duruyordu. İki yıldır her zaman olduğu gibi huzurla uyumuyordu. Açık kalmış gözleri odaksızdı, sönüktü, ruhsuzdu… Kolları uzanıp bir şeylere tutunmak istercesine yanına düşmüştü. Kardan ıslanan saçları yüzüne yapışmış damlalar halinde suyun boynuna süzülmesine sebep olmuştu.

Ve işte hemen oradaydı… Ayakta dikilmiş neler olduğunu anlamaya çalışır gibi etrafına bakıyordu. Elleri kalbinin üzerinde birleşmişti. Saçları suyun içindeymiş gibi dalgalanıyordu.

Arkasına döndü…

Önce bedenine sonra da gözlerimin içine baktı.

Tara’nın yanı başında süzülen Nisan’ın hayaleti bir daha asla tutamayacağım ellerini güç vermek istercesine bana uzattı.




58 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page