top of page
  • Yazarın fotoğrafısky-rie

Kahin (Ay Işığı#2) - 7.Bölüm


-7-

Kuzey


Kucağımda işkence etmekte olduğum bilgisayarımı bir kenara koyarak olduğum yerde doğruldum. Alışkanlıkla sanki bu düşünmeme yardımcı olacakmış gibi aldığım nefesi yanaklarımı şişirerek bıraktım. Diğer elimleyse neye ait olduğuna dair hiçbir fikrimin olmadığı bir ritimle koltuğu yumruklamaktaydım.

“ Şimdi, önce her şeyi bir kenara bırakıp baştan başlayalım. Ne biliyoruz?”dedi Hilal. Ani bir kararla yanında duran yastığı kapıp kucağında eğip bükmeye başladı. Ayas da aynı benim gibi oturduğu yerde doğrularak iç çekti.

“Dalgakıran olduğunu biliyoruz. Onları gören ilk kişiler de bizler olmalıyız. Malum daha önce görülseydi biz göremezdik.”dedi. Derin düşünceli bir şekilde başını sallayarak ona onay verdi. Göğsünde kavuşturduğu kollarına parmaklarıyla ritmik bir şekilde vuruyor, çok ilginç bir detayı varmış gibi zemine bakıyordu.

“ Onları ilk gören biziz ve onları ilk bulan da biz olmalıyız. Artık bir kere göründüklerine göre maddi dünyaya geri dönmüş olmalılar.” Bakışlarını zeminden ayırıp Hilal’e sabitleyecek kadar durakladı. “ Üç anı, üç dalgakıran… Madalyon, okla yay ve ahşap oyması.”

“ Evet, ama neredeler? Nerede olabilirler? Anıların içinde bariz bir şey görmediğinizi söylemiştiniz.”diye karşılık verdi Hilal.

“ Belki evet, belki hayır. Mutlaka bir ipucu olmalı. İlk anıdaki yeri bulması gerçekten zor olabilir. Çocukluğunun nerede ya da nerelerde geçtiğini bilemeyebiliriz. Ama ikinci ve üçüncü anılarda leydi sahneye önemli bir kişilik olarak çıkmaya başlıyor. O halde seçilmişlerin onun yönetimindeyken nerelerde toplandıklarını yazılı belgelerden bulabiliriz.” Ayas doğrudan Tara’ya bakarak soru sorar gibi bir tonda konuşuyordu. “ Ya da onun nerede tutsak edilmiş olduğuna ulaşabilmeliyiz.” Tara gözlerini kırpıştırarak söylediklerini algılamaya çalışırcasına Ayas’a baktı.

“ Şey, evet… Evet, bu çok mantıklı.” Tara jetonu yeni düşmüş gibi yerinden fırladı. “ Bu… Bu çok… ÇOK MANTIKLI! Kendime inanamıyorum. O görüntüleri görünce nasıl aklıma gelmez?” Tara yerinde duramıyor yüzünde korkutucu görünen bir sırıtışla salonun içinde turluyordu.

“ Ney? Ne?! Bize de söylesene!” Arda koltuğun ucuna kaymış, pozisyonun gol olmasını bekleyen bir taraftar gibi zıplamaya hazırdı.

“ Orası Türkiye olmalı! Hatta İstanbul! Evet, evet İstanbul!”

“ Tara, ruhumu teslim edeceğim ve sizinkinin aksine benimki bedenimden bir kere çıktı mı geri dönüşü yok. Gözünü seveyim alanı biraz daha daralt.” Arda pörtlemiş gözleriyle Tara’ya yalvarırken parmaklarının uçlarını birleştirerek Tara güzel güzel anlat mesajı vermeye çalışıyordu.

“ Ah, şey özür dilerim. Ben sadece heyecanlandım ve kendime biraz kızdım da.”

“ Onu anladık, şimdi lütfen anlamadığımız kısma hızlı bir geçiş yap.”

“ Evet, tamam. Leydimizin nerede doğup büyüdüğüne dair kesin bir bilgi gerçekten de yok. Yani madalyon hakkında bir şey söylemem zor. Ama belli bir yaşa geldiğinde yaşadığı yerde kendisini izleyen seçilmişleri de yanına alarak İstanbul’a geldi. Yani o zamanın Konstantinopolis’ine. Burada da kısa sürede pek çok seçilmiş buldu ve dünyanın dört bir yanına adamlarını göndererek diğer seçilmişleri aramaya başladı. Bu tarihimizdeki ilk ve diyebilirim ki tek birleşme girişimiydi.”

“ Tara, canım hevesini kırmak istemem ama biraz daha bizi ilgilendiren kısımlara gelsek, hızlı bir şekilde?” Arda’nın gözünün seğirdiğini görebiliyordum. Fazla bilgiyi kaldırabilecek bir insan değildi. Sadece kendine yetecek kadarını bilmek ister, gerisiyle ilgilenmezdi. Neyse ki Tara şu anda kendi tarihine yapılan hakaret nitelikli hareketi algılayamayacak kadar mutluydu.

“ Tabii, tabii haklısın. Onlar kalabalıklaştıkça içlerine çok nüfuzlu insanlar da girmeye başladı. Hem onların talebiyle hem de dikkat çekmemek için toplantılar her zaman gizli yapılıyordu. Kimisi insanlardan çekiniyordu kimisiyse hiç haz etmiyordu. Her ne kadar içlerinde çoğu kişi bundan hoşnut olmasa da leydinin emriyle gizli kalmaya karar verildi. Çok az sayıda insan böyle güçlerin varlığından ve bir araya toplandığından haberdardı. Bu yüzden toplantı yapılacağı zaman titiz davranılıyordu. Genelde tek bir yerle sınırlı kalmıyorlardı ama tüm bu mekânlar yer altından birbirine bağlıydı ve esas olarak yerin üstünde merkezde bir kilise vardı.” Durdu ve bir şeyleri hatırlamaya çalışır gibi gözlerini yumarak parmaklarını şaklatmaya başladı. “ Adı neydi?”

“ Neyin?”

“ Kilisenin… Bir adı vardı… Unuttuğuma inanamıyorum!” Yardım ister gibi koşarak Hilal’in önünde diz çöktü. Hilal’se korkuyla yerinden sıçradı. “ Çok çok eski bir kilise. Yer altı tünelleri var, günümüzde hala iyi durumda olması lazım!” Hilal hiçbir fikri olmadığını belirtmek istercesine başını iki yana salladı. “ Türkiye’ye daha sık gelmeliydim! Sadece adını okudum, hiç araştırmadım ki!” Tara çaresizlikle inledi. Hepimiz gözlerimizi kırpıştırarak ona bakarken Derin bir anda yerinden zıpladı.

“ Bir dakika, bir dakika… Ayasofya’dan bahsetmiyorsun… Değil mi?” Gözlerini kısarak Tara’ya baktı.

“ Evet! Evet, Ayasofya! O kilise!” Tara o an ayakta olsa Derin’i öpebilirmiş gibi bakıyordu. Hepimizin kafasında birden ampul yanarken Arda aynı bilgiden yoksun bakışıyla Tara’nın zafer dansını izliyordu.

“ İyi de Ayasofya cami değil miydi eskiden?”

“ Önceden kiliseydi geri zekâlı. Bilmiyorsan sus da adam sanalım ha? Olmaz mı?” Hilal gözlerini devirerek Tara’nın yerden kalkmasına yardım etti. Arda bir Hilal’e bir de onun cehalet seviyesinden dehşete düşmüş Derin’e baktı.

“ Siz ciddi misiniz? O cami olarak yapılmadı mı?”

“ Tabii canım Bizans’ın en uğrak camisiydi. I. Konstantin sık sık gider cemaatiyle birlikte namaz kılardı orada.” Hilal dayanamayarak Arda’nın kafasına kucağında ezip büzdüğü yastığı geçirdi. “ Fatih Sultan Mehmet’ten önce cami ne arıyor Konstantinopolis’te o amip beynin bunu hiç sorgulamadı mı?”

“ Tamam, tamam sakin olun. Derin hepimizi aydınlatsan?” Tara bir başka darbe gelmeden önce kendini Arda’ya siper ederek Hilal’in sonuna kadar haklı olduğu bir tartışmanın büyümesini engelledi.

“ Bizim bildiğimiz Ayasofya aslında aynı yere yapılan üçüncü Ayasofya. İlk ikisi çıkan isyanlarda yakılıp, yıkılmışlar. Üçüncü Ayasofya’nın inşaatı ise altıncı yüzyılda bitirilmiş ki Ayas’ın tahminleri doğruysa bu onu Leydinin zamanında bile son derece önemli bir yapı yapar. Tabii o zamandan günümüze bazı eklemeler yapılmış ama görüntüyü çok değiştiren şeyler değil bunlar. Camiye çevrildiği zaman eklenen minareler ve Mimar Sinan’ın çökmesini engellemek için eklediği bir iki şey dışında eskiden de günümüzdeki gibi görünüyordu. Fatih döneminden beri sürekli olarak tadilat görüyor. Ve yer altı tünelleri… Ayasofya’nın yer altı tünelleri çok ünlüdür. Sınırlarını bilemiyorum, tüm İstanbul’u bile sarıyor olabilir. Tara’nın dediği gibi herhangi bir yerde istenirse yukarıya açılması sağlanabilir.” Derin odanın içinde volta atarak çenesini sıvazlıyordu. Konuşurken bazen duraksıyor sanki kendi bildiği terimleri konuşmadan çıkartıp en sade şekliyle bize nasıl anlatabileceğini düşünüyor gibi duruyordu.

“ Ayasofya gerçekten böyle bir şey için çok mantıklı bir seçim olur. Altındaki tünelleri kullanarak istediğin yere ulaşabilirsin ki çoğu zaman başka bir yere gitmeye bile gerek duymadan toplantılarını orada da yapabilirsin.”

“ O halde gördüğümüz oda ya Ayasofya’nın içinde ya da yakınlarında olmalı.”dedi Tara sırıtarak.

“ İçinde olacağını sanmıyorum. İçinde o tarz bir oda var mı onu bile bilmiyorum ama içinde olmamalı. Apar topar bir yerden dönüyorlardı ve bazıları yaralıydı. O şekilde yer altı tünellerini kullanmış bile olsalar Ayasofya’da görünme riskini göze alamazlardı. Her şey aceleye gelmiş gibi duruyordu, hazırlıksızdılar.”diye araya girdi Ayas. Derin onu onayladı.

“ Ama aynı sebepten çok uzakta olduklarını da sanmıyorum. İçeri giren insanlar dışında Tara’nın anlattığına göre başkaları da olmalı. Daha kalabalık olmalılar, bu da demektir ki daha çok yaralı olmalı. Birlikte hareket etmeleri dikkat çeker. Geniş bir alana, gizli kalmaya ve zor durumda kalırsa kaçmaya ihtiyaçları var.”

“ Yani sence revir derken Ayasofya’yı mı kastediyorlardı?”

“ Bilemiyorum. Bu sadece bir teori ama orada değillerse bile yakında olduklarını hissediyorum. Ki burada yer altı tünelleri ve Kuzey devreye giriyor. Bir kere bir tanesine indiğimiz zaman dalgakıranların izlerini sürebiliriz.” Adım bir kez daha iz sürmeyle birlikte anılınca irkildim. Bunu yapmaktan hoşlanmıyordum. Gerçi artık yapmama gerek kalmıyordu. Kendimi bu işe o kadar çok odaklamıştım ki gerçekten ne kadar geliştiğimi sadece ben biliyordum. Artık iz sürmeme gerek yoktu. Hissetmek bile çok uzun mesafedeki şeyler için geçerli oluyordu. Ben, ne yazık ki artık görebiliyordum. Hem de her şeyi…

Ama bu hırsızlarınkinden çok farklıydı. Kör bir insanın seslerden yola çıkarak yolunu bulması gibiydi. Siyah beyazdı her şey. Onlar dışarıda dolanırken artık ruhları görebiliyordum. Ruhlar etrafına enerji yayıyor ve sonra bu enerji kendisine geri dönüyordu. İşte ben bu dönüş sırasındaki akışı görebiliyordum. Döngüyü takip etmek başta zordu, şimdiyse nefes almak gibi istem dışı gözüme takılır olmuştu.

Normal şartlar altında bu akış beyaz bir duvara çarpıp yayılmış gaz gibi görünüyordu. Bu yüzden benim için ruhlar beyazdı. Ama daha sonra fark etmiştim ki bazıları siyaha dönüşüyordu. Bir şeyler o ruhu rahatsız ettiği zaman enerjisi her zamankinin tam tersi yönde akmaya başlıyordu. Beyazın içinde kara delik misali siyahlıklar oluşuyordu. Genelde gördüğüm siyahlıklar başta ya da göğsün sol tarafında oluyordu. Akıl ya da kalp… Kimisi giderek yayılıyordu. Güneşli bir günde beyaz bulutlara ve dünyaya inat siyahlaşıp ters yöne dönen bir fırtına gibiydi. Tamamen siyah bir ruh hiç görmemiştim ve görmemeyi umuyordum. Ne olacağına dair hiçbir fikrim yoktu. Hatta neden siyah olduklarına dair teorilerim olsa da gerçek bir fikrim yoktu. Ama Derin’le Ayas’ın her gün biraz daha fırtınaya çekildiğini görmek beni yeterince korkutuyordu.

Öyle ki onların siyahlıkları artık gri olanlardan korkmamamı sağlamıştı. Onlara gri diyordum. Çünkü hayalet demeye pek dilim varmıyordu. Taşın yanında onun sebep olduğunu bilince onlara katlanmak kolaydı hatta kendimi onlar için kötü bile hissetmiştim. Ama son bir yılınızı her gün bir gri görerek geçirince hayat gerçekten zorlaşabiliyordu. Başta bu beni ne kadar dehşete düşürse de zamanla alışmıştım. Artık onlar yok gibi, onları göremiyormuşum gibi davranıyordum. Bu şekilde hayat daha kolaydı.

Griler, öldükleri halde bir kişiye ya da bir nesneye bağlandıkları için bu dünyayı terk edemeyen ruhlardı. Bu yüzden beyazla siyah birbirine karışıyordu. Enerjileri aynı anda iki yöne birden hareket ediyordu. Ne tam anlamıyla bu dünyada kalabiliyorlar ne de gidebiliyorlardı. Belki de bunu kendileri seçiyorlardı. Çürümemiş bile olsa bedenlerine dönemiyorlardı. Huzursuz ruhlardı. Bazen sadece durup kendi hikâyelerini anlatırlardı. Korkutucuydu… Her gün ölesiye korkuyordum. Kafamı yastığa koyduğum her gün Nisan’ı bir hayalet olarak görmediğim için şükrediyordum. O zaman kendi kendime hep bir umut olduğunu hatırlatıyordum. Hala bir zihinde ve güvende… Hala geri dönebilir, geri dönecek

Tüm bunları herkesten saklıyor olmama rağmen aslında kendimi bu kadar geliştirdiğim için mutluydum. Kendimi işe yarıyor gibi hissetmemi sağlıyordu. Tokyo merkeze giderkenki gibi otoyolun ortasında pat diye çıkan griler olmasa daha iyi olabilirdim tabi…

“ Peki… Ama bu teorilerimizi daha derinleştirmek için üçüncü ve son anının nerede geçtiği bilmeliyiz. Bağlantılı olduklarını düşünmekle hata mı yapıyorum Tara?” Tara birden durulmuş, yüzü ciddileşmişti. Yavaşça boğazını temizleyerek fırladığı koltuğa oturdu. Ellerini kucağında birbirine kenetleyip başını hafifçe aşağı eğdi. Konuşmaya başladığında sesi kısıktı.

“ İkinci anıyla üçüncü anı arasında yaklaşık olarak on yıl var. Bu on yılda seçilmişler için pek çok şey değişti. Onlardan haberdar olan insan sayısı giderek arttı ve insanlar artık onları kendilerine bir tehdit olarak görmeye başladılar. Ortadan kalkmalarını istiyorlardı. Birlikte olmaları, güçlü olmaları işlerine gelmiyordu çünkü bu doğaüstü yetenekler ortaya çıktığı anda insanlar sahip oldukları her şeyi kaybedeceklerini biliyorlardı. Leydimiz hırslı bir lider değildi. Sadece kendi halkını güvende tutup onlara hak ettikleri standartlarda bir hayat sunmayı arzuluyordu. O dönemde pek çok hırsızın, kâhinin ve seçilmişin cadı sıfatı yiyerek yakıldığı düşünülecek olursa haksız da sayılmazdı.

İnsanlarla yaptıkları görüşmelerden bir sonuç çıkmadı. Teke tek bir mücadelede hiç şansları olmamasına rağmen bizim sayımız çok azdı, gücümüz yoktu ve insanlar bunu biliyorlardı. Bunu bize karşı kullandılar. O bir korkak değildi ama bunun intihar olacağını bile bile halkına savaşa gitmelerini söyleyecek kadar da tecrübesiz değildi. İnsanlar saldırdığında herkesin kaçmasına yetecek süre onları oyalamayı başardı. Kayıplarımız vardı ancak o olmasa vereceğimiz kayıpların yanında bu hiçbir şey sayılırdı.

Ama sonra onu yakaladılar, kardeşini. Leydimiz teslim olmak zorunda kaldı. Tünellerde kalan kaçmayı başaramamış birkaç seçilmişi de bulup herkesi katlettiler. Gizlendikleri yerler, kullandıkları geçitler; yer altında ve yer üstünde seçilmişlere dair ne varsa artık insanlarındı. Kimini yaktılar kimineyse Ayasofya’da olduğu gibi dokunamadılar. Onu yakaladıktan sonra bir süre ne yapacaklarına karar veremediler. Ayasofya’da sıkıştırdıkları köşeden anıda gördüğümüz hücresine kadar tünellerde yaka paça sürüklediler. Hatta bu hikâyenin anlatıldığı kitaplarda, şarkılarda olaydan şöyle bahseder;

Gölge ki örttü Güneş’i ve Ay’ı

Toprak ki tutamadı içinden akıp giden semayı

Yolunu kaybeden her ruh tutacaktır onun yasını

Yaşlar akacaktır ebediyen, esaretten kurtuluşa dinmeden

Onu götürdükleri yerde bir süre tuttular. Ne yapacaklarına karar vermeye çalışıyorlardı. Ama o adamın yardımı sayesinde kaçmayı başardı. Ne yazık ki bu kaçış kaz dağlarına kadar sürdü. Onu orada yakaladılar ve tabi adamı da. Gerisini biliyorsunuz zaten.” Başını kaldırarak hepimize tek tek baktı.

“ Sizce gül hala orada mıdır?”

“ Cevabım hala aynı. Yine bilemiyorum. Ama en azından bir ipucu olmalı.”dedi Ayas.

“ Tabi önce oranın neresi olduğunu bulmalıyız. Yer altıdan götürdüklerini söyledin değil mi?”dedi Derin. O da Tara gibi yeniden koltuğa oturmuş kollarını başının arkasında birleştirerek arkasına yaslanmıştı.

“ Evet, yer altından ve çok uzağa gittiklerini sanmıyorum. Kardeşi ellerinde bile olsa leydi uzak mesafede kaçmanın bir yolunu bulurdu. Her şey bir anda olup bitmiş olmalı.”

“ Güzel. Bu alanı daraltır. Her ne kadar biz de izlemiş olsak da Ayas’la sen bizzat tanık oldunuz. Tutulduğu yerle ilgili verebileceğiniz ayrıntı var mı?” Derin hızlı ve netti. Hemen konuya giriyor, sorulması gerekenleri soruyor ve kesin cevaplar bekliyordu. Duruşundan sözlerine kadar sabırsızım diye bağırıyordu.

“ Penceresi yoktu.”dedi Ayas kendinden son derece emin bir şekilde. “ Yukarı çıktıklarını sanmıyorum bu yüzden. Hala yerin altında olmalılar.”

“ Duvarları ıslaktı. Yani ıslak gibiydi nemli duruyordu.”dedi Tara aniden aklına gelmiş gibi yerinden sıçrayarak. Ayas parmaklarını şaklatarak Tara’yı işaret etti.

“ Doğru. Duvarlar nemli görünüyordu ve meşale doğru düzgün yanamıyordu.”

“ Demek ıslaktı.”Derin çenesini sıvazladı. “ Yolunu kaybeden ruhlar ne olabilir sizce?”

“ Hayalet?”dedim pat diye. Herkes dönüp bana bakınca olduğum yerde huzursuzca kıpırdandım. Aferin Kuzey… Tara dizeleri ilk söylediğinden beri aklımdan geçen buydu ve Derin dile getirince öylece söyleyivermiştim işte. Onlar bana hem deliymişim hem de çok mantıklı konuşuyormuşum gibi karmaşık ifadelerle bakarken o ruhların gerçekten hayalet olduğunu bildiğim için sustum.

“ Şey, dediğim gibi, hayaletlerin varlıklarına dair çok şey okudum.”diye beni destekledi Tara.

“ Pekâlâ, diyelim ki hayalet olsunlar.” Ne kadar çabuk kabullenmişlerdi. “ Hayaletler gerçek anlamda yas tutabilir mi? Hatta ağlayabilir mi?” Dilimin ucuna kadar gelen evet, kesinlikle evet lafını geri yuttum. Yas tutabilir ve ağlayabilirlerdi. Nadir de olsa bazı grilerin gerçekten ağladığını görmüştüm. Yaşlar gözlerinde birikiyor ve öylece düşerek yeri gerçekten ıslatıyordu.

“ Bence olabilir. Sonuçta onlar tam olarak ölü değil. Burada sıkışmışlar değil mi? O halde insani birkaç özellik gösterebilirler.” Tara’nın getirdiği açıklamayı teori listeme eklemeyi aklımın bir köşesine yazarken diğerlerinin bunu kafalarında tartmalarını izledim.

“ O zaman leydi Ayasofya’da yakalandı.”dedi Derin havadaki hayali bir noktayı işaret ederek. “ Ve onu yeraltına götürdüler ama çok uzaklaşmadılar. Daha sonra leydi buradan kaçtı.” Diğer eliyle önceki noktaya yakın bir yeri belirledi. “ Bu arada ağlayan hayaletler olduğunu düşünüyoruz, doğru mu?” Parmaklarını birbirine yaklaştırıp tekrar uzaklaştırarak aradaki boşluğu işaret etti. Kendi söylediği şeyin saçmalığı onu şok ediyormuş gibi bir ifade vardı yüzünde. Ama nedense içimden bir ses bu duyduğu ya da düşündüğü en saçma şey değil diyordu. Ben bunları düşünürken diğerleri başlarıyla ona onay verdi.

“ Bunların tünellerde öldürülen seçilmişler olduğunu düşünmem yanlış olur mu?”

“ Şey, kulağa mantıklı geliyor. Gidip soramayacağımıza göre öyle varsayabiliriz.” Ah-ha, varsayımlar üstünden gitmenize gerek yok. Ben gider gerçekten sorar ve sizin için öğrenirim. Hatta belki biri benim için Dalgakıranı bulup getirir! Diyemedim tabi ki…

“ Esaretten kurtuluşa dinmeden…” Derin kendi kendine mırıldandı. “ Gerçekten ağladıklarını düşünüyoruz tabi… Eh, hayalet malum ölemiyor üzücü bir durum… Leydi de ölmüş o arada… Yaşlar akar… Ebediyen… Hımmm sürekli yani… Gerçekten ağlıyorlarsa sürekli ağlıyorlar… Duvarları ıslak… Yerin altında… Sürekli…” Bakmakta olduğu parmaklarını aşağı indirerek kendi kendine mırıldanmaya bir son verdi. Yavaşça doğruldu ve yüzünde bir sırıtışla bize baktı.“ Ya ben deliyim ki hayaletlerin gerçekten ağladığı fikrine inanmış olsam da bunu ortaya atan ilk kişi ben değilim, ya da neresi olduğunu bulmuş olabilirim.” Deli gibi sırıtarak Ayas’a baktı. “ Ama varsayımlar üzerine kurulu. Öte yandan çok mantıklı. Dalgakıran kendisi bulması zor bir şey mecazlar yaparak daha da zorlaştıracaklarını sanmıyorum. Hem Tara bu konuda çok şey okumuş.” Gene kendi kendine konuşmaya başlamıştı.

“ Ne peki? Ne?” Herkes deli gibi sırıtıp sayıklayan Derin’e bakıyordu.

“ Yerebatan Sarnıcı.” Derin daha da sırıttı.

“ Yerebatan Sarnıcı?!”

“ Yerebatan Sarnıcı… Ağlayan Sütun.”

“ Ah, mükemmel.”

40 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page