top of page
  • Yazarın fotoğrafısky-rie

Kahin (Ay Işığı #2) - 13.Bölüm


-13-

Kuzey

“ Hayır, Aiden; şimdi olmaz.”diye kimsenin duyamayacağı bir sesle mırıldandım. Ama görüntüsü dalgalanan saydam, beyazımsı hayalet çocuğun kıpırdamaya niyeti yoktu.

“ Kuzey, bu önemli!” Gerçekten küçük bir çocuktu. Mızıldanıyor, olduğu yerde ileri geri sallanıyordu. Son birkaç ayda beni sık sık ziyarete gelir olmuştu. Bazen sadece konuşup sohbet etmek için dahi uğruyordu. İlk görüşte tüm griler tüylerimi diken diken ediyor olsa da bu çocuğa alışmıştım. Hatta garip bir şekilde onunla arkadaş gibiydik. Belki de bir çocuk olduğu ve sonsuza dek de bir çocuk olarak kalacağı için ondan hiç çekinmemiştim.

Bana her zamanki soluk iri gözleriyle ısrarcı bir şekilde baktığında iç çektim. Her ne kadar ona dokunamayacağımı bilsem de elimi gözlerine giren uzun düz saçlarının üzerine göz kararı yerleştirmeye çalıştım.

“ Özür dilerim Aiden ama hiçbir şey benim için bundan daha önemli olamaz. Daha sonra konuşuruz, söz veriyorum.”dedim. Tam ağzını açıp itiraz edecekti ki yanımızda biten Arda’yı görünce durdu.

“ Abi sen ne yapıyorsun?”dedi Arda. Gözlerini kısmış, sarıya boyanmış kaşlarını havaya kaldırmış ve havada Aiden’ın saçlarının üzerinde asılı kalan kolumu Aiden’ı göremediğinden bakakalmıştı. Kafasındaki omuzlarına kadar gelen sarı peruğu ensesinde toplamıştı. Derin’in şaheseri olan sarı-turuncu sakalları güneşte parlıyordu. Koyu yeşil gözleriyle bu sarı tonlarını birleştirince gerçekten de yabancı turist gibi duruyordu. Bana göre acınası, diğerlerine göreyse şaheser niteliğinde bir kılık değiştirmeydi. Birinin onu tanıyıp tanımayacağını bilemiyorduk. Ancak bu, riske atılabilecek bir şey değildi.

“ Hiç, saate bakıyordum.” Elimi o kadar büyük bir hızla aşağı indirdim ki korkunç bir ürperti eşliğinde kolum Aiden’ın bedeninin içinden geçti. Çocuk bunu sanki hissetmiş de gıdıklanmış gibi kıkırdarken ben elimi tutup olduğum yerde zıplamamak için kendimi tutuyordum.

“ İyi de kolunda saat yok ki.”

“ İşte! Zaten saat olsa nasıl dururdu diye bakıyorum. Sence almalı mıyım?” Boş bileğimi ona doğru uzatırken kendimi geri zekalı gibi hissediyordum.

“ Tüylerimi ürpertiyorsun detektör, benden uzak dur.”dedi ve elleriyle iğrendiğini belirten bir hareket yaparak uzaklaştı. Uzaklaşırken de kılık değiştirmenin vazgeçilmez öğesi olan siyah güneş gözlüklerini de takmayı ihmal etmedi.

“ Bu çok yakındı.”dedi Aiden gülümseyerek.

“ Evet, öyleydi ufaklık. Şimdi senin için gitme, benim için de senin gibilerden çok daha fazlasını göreceğim bu koca kapana girme vakti.”

“ Ama-“

“ Aması yok Aiden, daha sonra.”

Onu orada bırakarak önümdeki biletlerini almış Ayasofya’nın kapısına doğru yürüyen gruba katıldım. Hayatımda hiçbir şeyi hem bu kadar yapmak isteyip hem de istemediğimi hatırlamıyordum. Tüm griler, yani hayaletler, Aiden gibi olsaydı ortada sorun kalmazdı.

Tara’nın elime tutuşturduğu bileti sıkı sıkı tutarak ilerlemeye başladım. İçeride yerli-yabancı gruplar, turist rehberleri ve daha önce geldiği yüzündeki bıkkınlıktan belli olduğu halde muhtemelen kendilerini ziyarete gelmiş akrabalarını gezdiren insanlarla dolup taşıyordu. Sesler tam bir kültür karmaşasıydı. Sağımızdaki grubun rehberi akıcı bir İtalyancayla bir şeyler anlatırken arkamızdan heyecanlı birkaç Fransız’ın sesleri geliyordu. Türkçe, İngilizce, Arapça, Japonca ve daha duyduğum halde ne olduğunu anlayamadığım pek çok kelimenin mensup olduğu diller havada uçuşuyordu.

Sesler farklı olsa da yüzlerdeki ifadeler genelde aynıydı; ilgili ve etkilenmiş. Nasıl etkilenmezdi ki insan? İçeriye adımınızı attığınız ilk anda sanki dış dünyadan bağınız kopuyor geçmişe karışıyordunuz. Ziyaretçi sayısı daha az olsa eminim o ilk giriş anı insanın nefesini kesebilirdi çünkü yaşadığınız yüzyılı size hatırlatan tek şey etrafınızdaki güneş gözlüklü ve şortlu insanlardı.

Geçtiğimiz kapı bizi pek çok kişinin başları üzerindeki altın bezemeli tonozların fotoğrafını çektiği bir koridora çıkarttı. Altın renginin üzerine lacivert, kırmızı ve beyazla yapılmış olan belirgin ancak aşırıya kaçmayacak kadar zarif görünümlü desenlerin çoğu iyi korunmuş, sol tarafımızdaki tavana yakın pencereden giren ışıkla parlıyorlardı. Zemindeki beyaz-gri mermerde yer yer çatlaklar olsa da hiç kırık yoktu. Sağımızda ve solumuzda belli aralıklarla büyük, sağlam görünüşlü ancak gösterişten ve şatafattan uzak kapılar sıralanıyordu. Sağ tarafımızdaki kapılardan biri koyu turkuaza yakın çerçevesi ve boyutuyla diğerlerinden biraz daha farklı duruyordu. Duvarlardaki mermerlerin açık turkuaz, sarı ve pembe tonları oluşturdukları şekillerle göz alıcıydı ve renkleri içeri giren ışıkla birlikte aydınlık, ferah bir ortam yaratıyordu. Hemen üstümüzde sallanan dev avizelere parmak ucuna kalksam başımla değebilirmişim gibi hissediyordum. Tavandan aşağı inen kalın iplerin ucunda boyutlarına rağmen zarif diyebileceğim bir şekilde hafif hafif sallanıyorlardı.

Tam kendimi bu mükemmel atmosfere kaptırmış koridorda kalabalığın içinde ilerlerken en uçtaki kapıdan çıkan bir gri görmemle olduğum yere mıhlanmam bir oldu. Derin hayran mimar bakışlarını duvarlardan ayırarak bana çevirirken kendime gelmeye çalışarak bütün beyin hücrelerimi ayaklarımı hareket ettirmeye odakladım.

“ Sorun ne?”

“ O tarafta değil mi? Terleyen sütun o tarafta.”dedim elimle koridorun sonunda sağ taraftaki kapıyı göstererek. Ayas gülerek başını salladı.

“ Beni hiç şaşırtmıyorsun Kuzey, evet orada.” Adımlarımı hızlandırırken nasıl bir şeyle karşılaşacağımı bilemediğimden iç çektim. Koridorun sonundaki kapıya gelince gruba karışıp iç mekâna geçtik.

Burası koridora göre çok daha geniş bir alan olduğu için kalabalık insanın gözüne o kadar batmıyordu. Ancak koridoru yanında kesinlikle gölgede bırakacak kadar ihtişamlıydı. Derin’in detaylarda boğulmak istermiş gibi baktığı yerleri inceleyecek fırsatım ne yazık ki yoktu. Çünkü içeriye girince aradığımız şey tam karşımıza çıkmıştı. Her şeyden habersiz bir turist grubu sütun önünde mini bir sıra yaratmış başparmaklarını deliğe sokarak çevirmeye çalışıyor, gülüşüyorlardı. Gördüklerimin ıslak bir sütundan ibaret olması eminim hoş olurdu.

Ama öyle değildi.

Yüzler… Yüzler vardı. Hem de sütunun her yerinden fırlamış gibi duran yüzler. Kadınlar ve hatta çocuklar… Ağlayan, yüzleri feryat ediyormuş gibi bükülen çocuklar… Başımı çevirme isteğimi zorlukla bastırarak soluk beyaz yüzlerinden dökülen gözyaşlarının sadece leydilerine üzüldükleri için olduğuna inanmaya kendimi zorladım. Kiminin gözleri kapalı kimininse tavanı izler gibi açıktı. İçerisi serindi ancak esinti yoktu. Yine de özellikle kadınların uzun saçları sütunun etrafını saran ipeksi bir ağmış gibi sallanıyordu. Hayır, bu rüzgâr gibi değildi… Sanki suyun içindeymiş gibilerdi. Kendi gözyaşlarından boğulmuş gibi…

Ama bu görüntü Tara’nın grubun en arkasında salona adım atmasıyla değişmişti. Bütün grilerin gözleri bir anda fal taşı gibi açılmış ve Tara’ya odaklanmıştı. İfadeleri tarifsizdi… Ona öyle bakıyorlardı ki Tara’nın kâhinlik yönünün benim kadar gelişmemiş olmasına şükrettim. Çünkü görebiliyor olsaydı, bu ifadeleri asla unutamazdı. Ona çölün ortasında bulunmaz bir vahaymış gibi bakıyorlardı. Ancak başka şeyler de vardı; özlem, korku, çaresizlik, umut… Hepsi aynı anda ve o kadar yoğun yansımıştı ki yüzlerine onlara uzun süre bakarsam ben de ağlayacakmışım gibi hissettim. Tara’nın Ay Işığı olduğunu o içeriye girdiği anda anlamışlardı, bu çok barizdi.

“ Bir şeyler hissedebiliyor musun?”dedi Ayas yavaşça.

“ Hayır… Görebiliyorum.” Yutkundum. “ Oradalar. Sütunun çevresinde ve sanki içinde.” Hepsi benim işaret ettiğim yere baksalar da aslında hiçbirinin bir şey göremediklerini biliyordum.

“ Keşke ben de senin kadar güçlü olabilseydim, o zaman onları görebilirdim.”dedi Tara sızlanarak.

“ Bunu istemezsin.”dedim hiç düşünmeden. “ Şu an hepsi sana bakıyorlar.”

“ Bana mı? Neden?”

“ Bilmiyorum.”dedim. Tam olarak yalan sayılmazdı.

Önümüzdeki turist kafilesi çekilince sütunu daha net görmeye başlamıştım ve bu kesinlikle tüylerimi ürpertmişti. İnsanların parmaklarını yerleştirdikleri delik aslında bir hayaletin yüzünde tam alnına denk geliyordu. Güzel ve narin hatlara sahip bir kadın suratıydı. Neredeyse bulunduğum yere ulaşacak kadar uzun saçları hayali bir denizde dalgalanıyordu. Diğerlerinin aksine o Tara’ya bakmıyordu. Soluk olmaktan çok uzak insanın içine işleyen gözlerini bana sabitlemişti.

“ Bizi görebiliyor musun yabancı?”

Benimle konuştuğunu anlamam biraz zamanımı aldı. O kadar şaşırmıştım ki sadece başımı sallamakla yetindim. Gri, bir anda taşın içinden çıkıp karşımda dikildi.

İstemsiz olarak bir adım geriledim.

“ Kuzey?” Arda’nın omzuma inmek için kalkan eli yerine ulaşamadan vazgeçmiş gibi geri çekildi.

Neler oluyor?

Bir adım daha gerileyip çevreme bakınınca bulunduğum yere gelmeye çalışan herkesin birkaç metre kala görünmez bir güç onları itiyormuş gibi yüzlerinin ifadesizleştiğini ve yollarını değiştirip sütundan uzaklaştıklarını fark ettim. Arda ve diğerleriyse boş ifadelerle öylece bakıyorlardı. Elimi en yakınımda duran Tara’nın gözlerinin önünden geçirdim ancak hiçbir tepki vermedi. Dalıp gitmiş gibi zemini incelemeye devam etti.

“ Onlara ne yaptın?”Sesimin suçlayıcı çıkmamasına özen göstermeye çalıştım. İstediğim son şey bin yıllık bir hayaletle tartışmaktı. Cevap vermeden önce bir süre beni süzdü. Onu bir bütün olarak görünce fark ettiğim ilk şey bir kadın değil de gen bir kız olduğu gerçeğiydi. Eğer havada süzülüyor olmasaydı muhtemelen boyu ancak omzuma gelirdi. En fazla on beş yaşında olmalıydı. Konuşmak için soluk ağzını açınca Tara’ya sevgiyle karışık bir hüzünle baktı.

“ Sence ona zarar verecek bir şey yapar mıyız?” Tüm suratlar bana döndü.

“ Hayır… Sanmıyorum.” Süzülerek Tara’nın yanına gitti ve yüzünün hizasında durarak ona baktı. İç çekişini hayal meyal duydum.

“ O kadar uzun zaman oldu ki… Onu bize getirdin yabancı, onu bir kez daha görebildik.” Dönüp suratıma baktı. “ Ne istiyorsan yapmaya hazırız.”

“ Leydinizin dalgakıranları, onları bulmamız lazım.” Gri tepki vermedi. Sadece bakışlarını yeniden ifadesiz Tara’ya çevirdi. Sağ kolunu yanına doğru açtı.

Bir anda sütunun içindeki tüm griler yerlerini terk ederek kızın ardında toplanmaya başladı. Ellerini önlerindeki grinin omzuna koyarak piramide benzer bir şekil aldılar. Sütunun deliğinden çıkan bir ışık huzmesi sanki onların harekete geçmesini bekliyormuş gibi sabırsızca parladı. En arka sıradaki griler bir adım öne çıkarak ön sıradakilere karıştı. Ve bu benim dehşet dolu bakışlarım arasında piramidin başında duran kıza gelinceye kadar devam etti. Hayaletler birbirine karışarak daha güçlü, berrak bir beyaza dönüşmeye başladılar. En son kızın arkasındaki iki gri ona yaklaşmaya başladığında kız Tara’nın yanağına koymuş olduğu eli geri çekti.

“ Cevabını alacaksın.” Ve kalan son ruhlar da birleşti. Ellerimi gözlerime siper etmeme neden olacak bir ışık etrafımızı sararken bunu benden başka kimse fark etmemiş gibi yürüyüp gitmeye devam ettiler. Gözlerimin buharlaşmayacağına emin olduğum bir anda ellerimi çekerek karşımdaki manzaraya baktım. Sütunun üzerinde devasa boyutlarda bir madalyon parıldıyordu.

Ne yapacağımı bilemez halde kısa bir süre orada öylece dikilip karşımda parlamakta olan madalyona baktım. Bunun anılarda gördüğümüz madalyon olduğuna şüphem yoktu ikisi de aynı mükemmel oval biçme sahipti. Yani bilgi her nasıl alacaksam bizi madalyona götürecekti. Hayalet kız kaybolmadan önce nerede olduğunu söylemez miydi yani?

Kararsız adımlarla havada asılı duran madalyona yaklaşarak elimi kaldırdım.

“ Lütfen bunu yaptığıma pişman olmayayım.”dedim kendi kendime. Parmaklarımı yavaşça ona değdirmemle madalyonun savrularak açılması bir oldu. İçinden neredeyse salonun bu köşesini yutacak kadar çok altın fışkırırken refleks olarak geri sıçradım. Oysa altınlar bana değmiyordu bile. İçimden geçip gidiyor sadece yerde birikerek hayali dağcıklar oluşturuyordu. Neler döndüğünü anlamaya çalışarak etrafıma bakındım ama görebildiğim tek şey sandıklar dolusu altın paraydı. Bu hayali paranın bize ne gibi bir faydası olabilirdi ki?

Başımı yeniden kaldırıp açılmış madalyona baktım. İçinde hareket eden görüntüler vardı. Nedense bu, madalyonun altın kusmasından daha şaşırtıcı gelmişti. Etrafa yaydığı ışık şekil almaya görüntüler netleşip hayat bulmaya başladı. Ne kadar netleşse de beyaz bir perdenin ardından izlemek gibiydi ancak yine de hiç yoktan iyiydi. Artık yüzünü ilk görüşte tanıdığım bakır saçlı güzel kadın, leydi, görüntüye girdiğinde dikkat kesildim.

Birilerinin onu takip edip etmediğinden emin olmaya çalışır gibi temkinli adımlarla yavaşça ilerliyordu. Gece olmasına rağmen etraf son derece aydınlıktı, ya yakınlarda bir ışık kaynağı olmalıydı ya da çevresinde ay ışığını engelleyebilecek herhangi bir yapının olmadığı bulutsuz bir gece… Her şekilde leydi buna daha fazla kafa yormama izin vermeden harekete geçti ve pelerinini savurarak gür çimenlerin üzerinde gece gibi süzülmeye başladı.

Sonunda istediği yere vardığında duraklayıp yeniden çevreyi kolaçan etti. Bulunduğu yer yarı harabe durumundaydı. Beyaz sütunlar ve tuğla duvarlar seçebildiğim tek ayrıntılardı. Bir eve benzemiyordu, belki bir meydan olabilirdi. Çünkü her ne kadar yıkıntı diyebileceğim durumda olmasa da yapı bana tam bir bina hissi vermiyordu. Ayrıca dünya üzerinde bu görüntüye uyabilecek sayısız yer vardı. Başka, daha önemli bir ayrıntı olmalıydı.

Kadın pelerinin altından kapağı açık boş bir kutu çıkarttı. Boynunda olmayan madalyona oradaymış gibi dokunarak iç çekti ve boş kutuyu kapatıp yere çömeldi.

“ Zamanı geldiğinde buraya dönmelisin.”dedi yavaşça. Elini toprağa değdirince toprak bir anda açılıverdi. Kutuyu bu açıklığa yerleştirdi. “ Burası her şeyin başladığı yer. Benim hayatımın ve insanlığın açlığının.” Toprak kutunun üstüne kapanırken üzerini temizleyerek ayağa kalktı. Kadının kalkmasıyla birlikte madalyon kapanarak yeniden kendisini oluşturan hayaletlere bölündü.

“ Hey, bekle!” Yerdeki altınlar da birer birer ayağa kalkan grilere dönüşürken sütunun içine girmek üzere olan kıza seslendim. Ona seslenmemi umursamadan sütunun içine yerleşti. Hepsi gözlerini kapayıp ağlama ritüellerine geri dönmeden önce kızın gözlerimin içine bakarak zihnime konuştuğunu hissettim.

Cevabının izini sür yabancı…

“ Hey Kuzey Bey, neler oluyor? Konuşmayacak mısın onlarla?” Arda’nın omzuma pat diye inen koluyla yerimden sıçradım. “ O kadar korkunçlar mı?” Her şey, az önce gördüğüm görüntüler, duyduğum sesler hiç var olmamışçasına bir anda başladığı ana geri dönüvermişti. Sanki insanlar hiç buradan uzaklaşmamış, bizimkiler hiç boş bakışlarla kalakalmamış gibi zaman kendi bildiği seyirde akıp gitmişti.

“ Hayır salak, korkunç olan sensin.”dedim sinirle. Kolunu omzumdan çekerek yürümeye başladım. Artık o yüzleri görmeye tahammülüm yoktu. “ Onlarla zaten konuştum.”

“ Ne? Nasıl? Ne ara?”

“ Siz ve diğer insanlar bir çeşit hipnoz altındayken.”dedim ve kendimizi Ayasofya’dan dışarı atarken onlara orada gördüğüm her şeyi anlatmaya başladım.

“ Yani onu gördün mü?”dedi Walker inanamaz bir şekilde. Sesi hemen arkamızdan geçen tramvayın gürültüsüne karışıp neredeyse yok olmuştu.

“ Evet.”

“ Ve şu anda cevabın izini sürüyorsun öyle mi?” Bu sefer sorgu sırasını Arda devralmıştı.

“ Çocuğun üstüne bu kadar gitmesenize, gördüğü her şeyi anlattı. Ayrıca iz konusunda haklı, ben bile gittiğimiz yönde bir çeşit enerji ipliği olduğunu hissedebiliyorum.”dedi Tara araya girerek.

Evet, ikimizde haklıydık. Dışarı çıktığımızda kapının eşiğinden başlayıp bu yöne kadar uzanan bir iz hissetmiştim. Ayasofya’nın bahçesinden çıkıp sağa doğru kıvrılıyor ve az önce geçtiğimiz yolun bu tarafından da devam ediyordu. Artık yaklaşmış olmalıydık ki his yerini bel hizamda kıvrıla kıvrıla uzanan dalgalara bırakmıştı. Görüntüsünün Ayasofya’daki grilerin saçlarına ne kadar benzediğini göz ardı etmeye çalışsam da bu pek kolay değildi.

“ Nereye gittiğimizin farkındasın değil mi Kuzey?”dedi Ayas Nisan’ın sandalyesini iterken.

“ Hiçbir fikrim yok.”dedim dürüstçe. Başıyla yürüdüğümüz Arnavut kaldırımlı yolun solundaki küçük bir binayı işaret etti.

“ Yerebatan Sarnıcı.” Gözlerimi kısarak dalgaları takip ettim. Tam olarak Ayas’ın işaret ettiği yere gidiyorlardı.

“ Evet… Evet oraya gidiyoruz.” Nedense artık şaşırmıyordum.

“ Yani Derin’le senin düşünceniz doğruydu. Cevabın bir parçası da Yerebatan Sarnıcında olmalı.”dedi Walker ve ardından hemen ekledi, “ Bu sefer girmeme izin verirseniz etrafa saçılan altınlardan daha fazlasını görebilirim belki.” Ayasofya’ya gireceğimiz zaman Tara ısrarla Walker’ın gelmemesini, dışarıda bizi beklemesini istemişti. Diğerleri her ne kadar onun bu tavrına bir anlam veremese de benim birkaç ufak fikrim vardı. Walker bir seçilmişti ve kâhin yönü Tara’dan çok daha güçlüydü. Tara içeride ne göreceğimi bilmediği halde bunu sadece benim görmemi, bilmemi istiyordu. Anlaşılan onun için Walker en fazla onun bildiği kadar bilmeliydi her şeyi, daha fazlasını kabul etmiyordu.

Yine de Walker’ın bu içeri girme isteğini diğerlerine açıklayabilmek için Tara onun bir seçilmiş olduğunu itiraf etmişti. Ne ya da nasıl gibi sorular sormamıza şu anlık izin yoktu çünkü Tara akıllı bir şekilde Nisan kartını oynamış sorguyu ileriki bir tarihe erteletmişti.

Walker’la birlikte dikkat çekmemek için Nisan ve Hilal’i de dışarıda bırakmıştık. (Her ne kadar Ayas bundan hiç hoşlanmamış olsa da.) İçimden bir ses nedense birazdan bu konuyla ilgili bir tartışma daha yaşayacağımızı söylüyordu.

Derin bilet işlerini halletmek için yanımızdan ayrılınca beklediğim tartışma ortamı gün yüzüne çıktı.

“ Hayır, hiçbir şekilde aşağı inmene izin vermeyeceğim.”diye kestirip attı Tara. Walker sakinliğini korumaya çalışır gibi gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı.

“ Tara, acaba hiç Kuzey’in bir ayrıntıyı kaçırabileceğini düşünmüyor musun? Sen ona yardım edemezsin ama ben edebilirim.”

“ Kuzey senden çok daha güçlü. Onun görmesi yeterli.

“ Dört göz, iki gözden her zaman daha iyidir.”

“ Seninkileri oyup eline vermeden önce bu saçma inadından vazgeçsen iyi olur.”dedi Tara. Walker artık sakin kalmaya bile çalışmıyordu.

“ Ben mi inat yapıyorum?”

“ Tamam, ikiniz de kesin. Umurunuzda olsun ya da olmasın bu önemli ve üzerinde tartışmaya yer olmayan bir konu.”dedi Ayas sinirle. “ Walker, Nisan, ben ve Hilal burada kalıyoruz. Sen, Kuzey, Arda ve Derin aşağı iniyorsunuz. Bir sorun olursa nasıl haber vereceğini zaten biliyorsun Tara.” O sırada yanımıza gelmiş olan Derin Ayas’ın söylediklerini ikiletmeden Tara’nın ensesine yapışarak onu binanın içine soktu. Biz de arkasından kurbanlık koyunlar gibi ilerlemeye başladık. İçeri girerken Ayas’ın Walker’la fazlasıyla düzeyli bir tartışmaya girdiğini işittim.

Hilal’in yerinde olmak istemezdim.

Aslında şu an burada da olmak istemezdim. Aiden’la sohbet etme fikri bile şu an daha çekiciydi. Ne diyecekleri belirsiz grilerle konuşmaya gidiyordum ve Walker’ı haksız çıkartarak her ayrıntıya çok dikkat etmek zorundaydım. Yukarıda Nisan’ı ve her ne kadar canı çok acısa da bir şey belli etmemeye çalışan Hilal’i sadece Ayas’ın korumasına bırakmıştım. Walker’a güvenmiyordum. Tara’yla konuşmalarını duymadan önce de güvenmiyordum, duyduktan sonra da bu değişmemişti. Onunla ilgili bir şeyler tersti, yanlıştı. Ona her baktığımda enerjisi garip hissettiriyordu. Gerçekten kim olduğunu ve nereden geldiğini bilmiyordum. Nasıl bir Japon’a hizmet edip aksansız olarak hem Japonca hem İngilizce hem de Türkçeyi anadili gibi konuştuğunu merak ediyordum doğrusu. Ki bunlar sadece bizim bildiklerimizdi. Bir seçilmişti ve bunu saklıyordu. Tara’nın ondan nefret etmesine ve korkmasına neden olan ortak bir geçmişleri vardı. Kör ve sağır biri bile ona güvenmeyeceğini hissedebilirdi.

Mermer merdivenlerden inip bir eşikten geçerek sarnıcın spot lambalarla aydınlatılmış büyülü dünyasına çıktık. Tonozların hizasından mermer merdiveni takip ederek aşağıdaki gezi platformuna indik.

“ Buraya geleli uzun zaman oldu. Ağlayan sütunun nerede olduğunu hatırlayamıyorum bile. Sen hissedebiliyor musun Kuzey, yoksa bir tur rehberinin peşine mi takılalım?”dedi Derin. Cevap vermeden kalkık kaşlarımla ona baktım. “ Tamam, önden buyur.”dedi sırıtarak. Nerede olduğunu fark etmemem imkânsızdı. Daha yukarıdayken bile çok net bir şekilde nerede olduğunu söyleyebilirdim. Şu andaysa her şey zihnimde kristal berraklığındaydı.

Düşünmeden direk sol tarafa dönerek platformun en köşedeki ucuna doğru gittim. Köşede duran broşürlerin dizili olduğu ve isteyenlerin Osmanlı dönemine ait kostümler giyerek hatıra fotoğrafı çektirebilecekleri stantları geçerek sağa döndüm ve önümde uzanan uzun platformda insanların arasına karıştım.

Burası Ayasofya kadar kalabalık değildi. Aynı zamanda onun gibi ferah bir alan olduğunu da söyleyemezdim. Astım hastaları için koydukları uyarıların hakkı vardı, burada nefes almak gerçekten biraz zordu. Platformda ilerlerken başımı çevirerek aşağı baktım. Sayısız sütunun arasında bileği geçmeyecekmiş gibi duran suyun içinde balıklar yüzüyordu. Yüksek sütunlar baş kısımlarındaki gergilerle birbirine bağlanıyordu. Işıklar öyle güzel yerleştirilmişti ki sadece içeriyi aydınlatmakla kalmıyorlar aynı zamanda sarnıcın mistik havasını da koruyorlardı.

Önümüzdeki grup sağa dönerken rehberlerinin onlara Medusa başıyla ilgili bir şeyler anlattığını duydum. Ben de onları izleyerek sağa döndüm. Dikkatimi bir an için köşedeki güvenlik kamerası çekti. Ayasofya’da da bunlardan olup olmadığını merak ettim. Aynı şeyleri burada da yaşadığım takdirde boş boş sütunla konuşan birini gördüklerinde ne yapacaklarını düşündüm.

Biraz ileriden yeniden sola döndüm. Önümdeki gruba rağmen artık ağlayan sütunu çok net görebiliyordum. Onu ve tabii ki çevresindeki grileri… Gözyaşı şeklinde sütunun üstüne oyulmuş her bir kabartma bir grinin gözüne denk geliyordu. Görünüşü Ayasofya’daki sütuna hem çok benziyor hem de farklılıklar taşıyordu. Her bir yüzü hatırlıyormuş gibi bunların farklı insanlara ait olduğunu fark edebiliyordum. Buradakilerin yaş ortalaması biraz daha fazlaydı. Aralarında bir ya da iki tane çocuk görebiliyordum. Yaşlılar, saçı sakalına karışmış adamlar…

“ İşte şurada.”dedim ve sola dönerek sütuna ulaşmak için kullanılan platformda yürümeye başladım. Bir grup ellerindeki bozuk parayı suya atarak dilek diliyordu. Suyun içinde yürümekte olan bir griyse bu paraları topluyordu. Eğiliyor paralara dokunuyor ve çakan ufak bir ışığın ardından parmakları arasına aldığı hayalet parayı koluyla desteklediği gömleğinin içine yerleştiriyordu.

Grup dileklerini diledikten sonra sütunun önünden ayrıldı. Onların açtığı boşluktan hemen ilerledim. Bir kez daha Tara kalabalıktan sıyrılınca tüm griler dikkat kesildi. Paraları toplayan yaşlı adam şokla donakaldı ve gömleğinin önündeki tüm paraları yeniden suya düşürdü. Saydam paralar suya değince buharlaşıp yok oluverdiler. Yaşlı adam sakalını sıvazlayıp gözlerini kısarak Tara’ya baktı. Hemen ardından gözleri kocaman açıldı ve elini alnının hizasına kaldırarak havada hilale benzer bir şekil çizdi. Suya dizlerinin üzerine çökerek başını eğdi.

“ Burada biri var. Yani bir adam… Sütunun dışında.”

“ Ne yapıyor peki?”diye sordu Tara kolumu çekiştirerek.

“ Önce hilal gibi bir işaret yaptı havada sonra da dizlerinin üzerine çöktü… Ve hala da çökmüş vaziyette.”dedim. Tara afallamış gibi suratıma baktı.

“ Bu imkânsız.”dedi. Platformun kenarına doğru yürüdü. Tam adamın karşısına gelince durdu ve o da yere çömeldi. Adam bunu hissetmiş gibi başını kaldırarak yaşlı gözlerle Tara’ya baktı. Tara’nın dudaklarının oynadığını görsem de ne söylediğini duyamadım. Yaşlı adam gözlerini silerek ayağa kalktı.

“ Kalktı mı?”diye sordu Tara.

“ Evet… Sen ne yaptın? Onu görebiliyor musun?” Tara başını iki yana salladı. Ayağa kalkarken iç çekti.

“ Göremiyorum ama onun gibi birini rahatça hissedebiliyorum.”

“ Onun gibi biri de ne demek?” Arda lafı ağzımdan almıştı.

“ Komutan… Bir nevi üst düzey seçilmiş. Ay Işığının hizmetinde ona en yakın olan özel yeteneklere sahip on seçilmişten biri…” Tara adama başıyla selam verip tıpkı az önce onun yaptığı gibi başının üzerinde eliyle hilal çizdi. “ Ve bu da Ay’ın seçtiklerine özel bir selam. Ay Işığı dışında Ayas gibi yeteneklere sahip kişilerin saygısını ve rütbesini belli etmek için kullanılırmış.” Adam gözlerini Tara’dan ayırmadan sütuna yaklaştı. Titreyen parmaklarını sütuna sürtünce tüm griler adamın parmakları etrafına toplanmaya başladı. Elinde ufak altın bir para oluşuncaya kadar griler hortuma yakalanmış gibi dönerek adamın eline doğru uçtu.

Adam kar beyazı renge bürünen parayı saydam parmaklarıyla örterek yanıma süzüldü. Bu sefer bunu beklediğim için aşırı bir tepki vermemeyi başardım.

“ İstediğin geçmişi bulmak için önce bunun geçmişine gitmelisin.” Parayı ne zaman havaya kaldırdığıma dair hiçbir fikrimin olmadığı avuçlarıma bıraktı. “ Ona yardım et yabancı.”

“ Nasıl? Nereye gitmeliyim?”dedim adamın buharlaşmasından endişelenerek.

“ Geçmişi dinle.” Tıpkı korktuğum gibi adam bu sözlerin ardından buharlaşıp sütuna doğru süzüldü. Geride elimdeki beyaz paraya bakan beni ve bana en az benim paraya baktığım kadar anlaşılmaz ifadelerle bakan diğerlerini öylece bıraktı.

“ Ne oldu? Elinde ne var?”dedi Tara sabırsızlıkla.

“ Adam ortadan bir anda yok oldu! Elime de bir tür altın para gibi bir şey bıraktı.” Bunu hayaletlerden oluşturduğu kısmını es geçmemin kimseye zararı dokunmazdı herhalde.

“ Bir şey söylemedi mi?”

“ Aradığım geçmişi bulmak için önce bu elimdekinin geçmişine gitmem gerektiğini söyledi. Ona nasıl olduğunu soruncaysa geçmişi dinle dedi.” Sesime yansıyan bıkkınlık hissettiğimin yanında hiç kalırdı. Bu kadar yolu gerçekten koca bir hiç için geldiğimize inanmak istemiyordum. Yapabileceğimi bilsem elimdeki parayı sarnıcın en uzak köşesine fırlatırdım.

“ Nasıl bir para? Üzerinde herhangi bir şekil ya da simge var mı? Belki de bizi bir döneme ya da şehre yönlendirmeye çalışıyordur.”diye mantık yürüttü Derin. Aramızda her durumda mantıklı olabilecek başka kim vardı ki zaten?

Parayı elimde evirip çevirdim ama içine sıkışmış gibi görünen dumanımsı beyazlığın kıpırdanması dışında hiçbir şey göremedim.

“ Bomboş… Hiçbir şey yok.”

“ Hangi döneme ait olduğunu bilmediğimiz bir paranın geçmişine nasıl gidebiliriz ki?”diye isyan etti Tara. Hak vermemek elde değildi.

“ Ya da…”dedi Derin hepimizi etrafımıza doluşmaya başlayan ziyaretçiler yüzünden sütundan uzaklaştırırken. “ Sadece paradır. Herhangi bir yere, döneme ait olması gerekmez. Sadece para… Ayasofya’dakiler de öyle miydi?” Hafızamı zorlayarak gördüğüm para dağcıklarını hatırlamaya çalıştım.

“ Evet. Üzerlerinde bir şey yoktu.”dedim sonunda kendimden emin bir şekilde.

“ O zaman belki de ne parası olduğu önemsizdir. Bizden sadece paranın geçmişine gitmemizi istiyordur.”

“ Yani?”

“ Lidya.”dedi tam merdivenlere ulaştığımız anda.

“ Sen ciddi misin?”dedi Arda orada hemen yere çökmek istiyormuş gibi merdivenin kenarına tutundu. Tişörtüne sıkıştırdığı güneş gözlüğü pat diye yere düştü.

“ Hayır, sallıyorum. Ama düşündükçe kulağa daha mantıklı geliyor.”

“ Sağ ol sallıyormuş… İçimize su serptin.” Derin Tara’nın bu imalı sözlerini hiç duymamış gibiydi. Yüzüne aklına bir şey gelince yayılan o deli sırıtış yerleşmişti.

Şimdi yanmıştık işte…

“ Emin olmak ister misin?”dedi bana dönerek.

“ Nasıl?”

“ Geçmişini dinle… Yani paranın.”

“ Hı hı, tabii… O nasıl olacak peki?”

“ Parayı kulağına daya.” Hiç tepki vermeden bir süre suratına baktım. Bana kaşlarını çatarak karşılık verdi.

“ Sen ciddisin.”dedim şaşırarak.

“ Denemekten ne zarar gelir? Yapabilecek tek kişi sensin Kuzey!” Dirseğimi yukarı kaldırarak kolumu kulağımın hizasına getirdi.

Ona yaptığı şeyin ne kadar çocukça ve saçma olduğunu söylemeye hazırlanıyordum ki kulağıma dolan anlamsız fısıltılarla donakaldım.

“ Ee?”dedi Derin sabırsızca. Boştaki elimle onun kolunu ittim ve parmağımı dudağıma yerleştirerek sessiz olmasını işaret ettim. Bu hareketim Arda’nın bile ilgisini çekmiş olacak ki dibine çökmeye çalıştığı merdivenden uzaklaşarak dikkat kesildi. Peruğun altındaki kulaklarının köpeklerinkiler gibi dikildiğini neredeyse görebiliyordum.

Parayı kulağıma iyice yaklaştırarak gözlerimi kapadım. Kulağımın yanından geçtiğini hissettiğim uğultulu rüzgâr bir anda birilerinin nefesine dönüşünce baştan aşağı ürperdim ama yine de parayı uzaklaştırmadan dinlemeye devam ettim. Birbirine karışan beklide yüzlerce fısıltı yavaş yavaş kaybolarak yerini tek ve güçlü bir taneye bıraktı.

Tek bir kelime… Kulağıma net bir şekilde tek bir kelime çalındı ve sonra para tıpkı Ayasofya’da madalyona olduğu gibi kendisini oluşturan grilere bölünerek yok oldu. Hızla dağılan bir dumanmış gibi ruhların uçarcasına sütuna dönmesini ağzım yarı açık bir vaziyette izledim.

“ Hey, ne oldu?”dedi Derin. Artık yerinde duramıyordu.

“ Sardes…”dedim yavaşça. “ Sardes’e gitmemiz gerekiyor.”

45 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page