top of page
  • Yazarın fotoğrafısky-rie

Seçilmiş (Ay Işığı#3) - 2.Bölüm

Güncelleme tarihi: 18 Mar 2020


-2-

Nisan


Oğuz sinirle elini savurarak karşımızdaki dev ekranı ve ekrandaki son aylarda zihnimize kazınan Walker’ın dostane gülümsemesini kapattı. Tüm olanlardan sonra Walker’dan köşesine sinmesini ve planlarını saklanarak yapmasını bekleyebilirdiniz ama o bunun aksine kendini hepimizin gözüne sokmayı tercih etmişti ve kabul etmek istemesem de bu fikri dâhiyane şekilde işliyordu. Herkes onu tanıyor ve böylesine seviyorken elimiz kolumuz bağlıydı.

İçimdeki huzursuz kıpırtı zaman zaman yerini paranoyak çığlıklara bırakıyordu. Doğduğumdan bu yana aldığım her nefesin, attığım her adımın ve gelecekte de atacak olduklarımın Walker tarafından yüzyıllar önce hesaplanmış olduğu hissiyle baş edemiyordum. Planı bizim bildiğimiz ve belki de daha bilmediğimiz yönleriyle o kadar kusursuz işliyordu ki zafer sandığımız her an aslında onun bunu sanmamızı istediği anlardı. Hepimiz programına uygun ilerliyorduk.

Walker, daha ben doğmadan önce kendi bedenindeki zamanla oynama yeteneği sayesinde kendini Amerikalı milyarderlerden birinin tek varisi yapmıştı. Ailenin diğer çocukları ortadan kaldırılmış ve zihinlerdeki her şey buna göre düzenlenmişti. Tabi ki babasını öldürmeden önce belirli aralıklarla medyaya görünmeyi unutmamış ve hatta bunları Sumire için çalışırken bile yapmaya devam edebilmişti. Neden etmesin ki, Sumire’nin sağ kolu Walker henüz yirmili yaşlarının başındaydı; hayırsever iş adamıWalton Hartman’sa esrarengiz bir şekilde benim dönüşümle aynı gün sevgili babasını kaybettiğinde kırklarının ortasındaydı. Olan biten her şeyi öğrendikten sonra Arya’nın haklı olduğundan emin olmuştum. Adam, yani Walker, sadece kendi zamanıyla oynamıyordu kendine yeni bir beden yaratabiliyordu. Hiç zarar görmediği paralel bir gerçeklikteki bedenini kullanabiliyordu. Bunu yapabiliyor olmasaydı aldığı tüm o darbelerin izlerini yaşlanmış halinde görebilirdik. Kuzey zamanı ileri aldığında yaralarının yeniden belirdiğinden bahsetmişti oysa Walton Hartman pürüzsüz porselen bir yüze ve bedene sahipti. Arya tüm bu beden değişimlerinin kardeşi Adam’ın akıl dengesini bozan şey olduğunu düşünüyordu. Onun bana anlattığı bir zamanlar Adam’ın olduğu kişiden geriye hiçbir şeyin kalmadığını görmek beni bile üzmüştü. Yeteneğini kullandığı her seferinde kendinden bir parça kaybediyor ve çekirdek anısı olarak hatırladığı ablası Arya’ya daha da saplantılı hale geliyordu.

Arya’nın anlattıklarından ileri gelen bu acımam sadece beş saniyemi almıştı.

Tüm bu yaş karmaşası içinde organizasyonun ya da başka birinin Walker’ı fark etmesi imkansızdı. Sumire kalkan olarak görevini fazlasıyla iyi yerine getirmişti. Walker’a çalışan kaçak hırsızlarsa Sumire’den bile iyiydi. Onları bizzat kendisinin eğittiği ve özel olanları seçtiği çok açıktı. Çünkü önemli pozisyonlara sahip her alandan insanın aklında benim bile girip değiştiremediğim mühürlü Walton Hartman anıları vardı. İş adamları, siyasiler, alanlarında uzman ve önde gelen stratejik bir koltukta oturan herkes doğal ya da yapay yollardan Walker’ın yoldaşı yapılmıştı. Walker her nasıl yaptıysa yaratıp başkalarından mühürlediği bu anılara kendi yeteneğini aktarmayı başarmıştı. Kırmaya, kaldırmaya ya da değiştirmeye çalıştığınızda mühür kendini yeniliyor hiç zarar almamış gibi kırmızı ve sahte hatıralarını korumaya devam ediyordu.

Beyinlerdeki bu kırmızı ağ herkesin önemli gördüğü kimselerden sıradan insanlara akıyordu. Waker’ın tek tek herkesle uğraşmaya ihtiyacı yoktu. Halka birilerinin bir şeyi söylemesi, ekranlarda onun yüzünü görmeleri yetiyordu. Çoğu bu adamın kim olduğunu ve nasıl olup da her felaket anında bu şekilde ortaya çıkabildiğini sorgulamıyordu.

Ah, felaket anları... Bugün bu sevimsiz toplantıyı yapıyor olmamızın sebebi. Walker dünya genelinde pek çok farklı bölgede saldırılar düzenliyordu. Patlamalar, ikna edilmiş canlı bombalar, rehin almalar, ateşe verilen bölgeler… Ve hepsinin arkasında olduğunu bildiğimiz halde dokunamadığımız tek isim, Walker. Her saldırının ardından Walton Hartman ortaya çıkıyor ve servetini kurtulan insanlarla ailelerine harcıyordu. Halkın gözünde o açları doyuran, çıplakları giydiren, yoksulların elinden tutan iyilik timsali örnek bir iş adamıydı. Kendilerine bunları yapanın da o olduğuna dair kimsenin birfikri yoktu. Onlara bu fikri veremiyorduk. Sumire sayesinde Walker bu mühürleri belki de ilk başta organizasyonun varlığından haberi olup onunla çalışan insanların zihnine yerleştirmişti.

Bu olayın sadece bizim değil artık tüm organizasyonun bir numaralı sorunu olmasının sebebi de buydu zaten. Kurulduğu tarihten bu yana daha önce hiç bu şekilde aşağılanmamış, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmemiş organizasyon diken üstündeydi ki bana göre kim olursa olsun tek kişinin kurguladığı bir planla bu raddeye gelebiliyorsa şu ana kadar dayanmış olmaları mucizeydi.

Aslında bunun doğru olmadığını ben de biliyordum. Merkez ya da organizasyon benim çocukluğumda olduğundan bile çok farklıydı. Tıpkı Walker’ı dışarıda sorgulamayan insanların dünyayı değiştirdiği gibi içerideki hırsızlarda organizasyonu kimsenin farkına varamadığı hızda çürütmüşlerdi. Yaşananlar trajikomikti. İnsanların yarısı saldırıları hortlayan bir Ortadoğu terör örgütünün yaptığını düşünürken kalan yarısı bunun sonumuzun başlangıcı olabileceğini düşünüyordu. Organizasyonun içindeyse işler çok daha beterdi. Walker’ın sonunda bizim türümüzden gönderilmiş bir peygamber olduğuna ve bize başka bir diyar vaat edildiğine inananlar vardı. Hayatımda bundan daha deli saçması bir şey duyduğumu ya da duyabileceğimi sanmıyordum. Walker’ın kaçak ordusuna katılmaya yeltenenler için organizasyonun uygulaması her zamanki gibi sert ve basitti, anında infaz ediliyorlardı. Walker yükselirken biz düşüyorduk ve onu bu düşüş sırasında alaşağı etmeliydik.

Kapı açılıp Kuzey’le Aislin başlarıyla herkesi selamlayıp içeri girdiklerinde ne kadardır düşüncelere dalmış vaziyette orada dikildiğimi fark edip irkildim.

“ Geç kalmamızın kusuruna bakmazsınız umarım.”dedi Kuzey kulağa fazlasıyla akıcı gelen bir İngilizceyle. Organizasyon toplantılarında ana dilleri farklı olan pek çok üye ve başkan bulunduğu için İngilizce konuşma zorunluluğu vardı. Yanımda oturan Derin’in kulağına dahi kendi dilimde fısıldamam yasaktı.

“ Eğer başarılı bir şekilde geldiyseniz, asla.”dedi Edmund Aekerley koltuğunda dikleşerek. Başında kalıp gibi duran iri dalgalı olmaya yatkın siyah saçları sanki bu durumdan hem hoşnut hem de haz etmiyormuşçasına üstlerine oranla yanlardan oldukça kısaltılmıştı. İfadesiz durduğunda fazlasıyla ciddi görünen yüz hatlarını yıllardır silinmediğine adım kadar emin olduğum parmak izleriyle dolu kemik çerçeveli gözlüğü tamamlıyordu. Bazen içimden gözlüğü gözünden koparırcasına alıp silmek geliyordu. Etrafı nasıl görebildiğine dair en ufak bir fikrim dahi yoktu çünkü saçları gibi siyah gözlerini onunla konuşurken görmekte çoğu zaman zorlanıyordum. Konuşurken ince kaşları havaya kalkmış, gülümsemesi bunu daha sonraya saklıyormuş gibi dudaklarına tam yayılamamıştı. Üzerindeki jilet gibi ütülü takım elbisesiyle otuzlarının sonundaki bedeni beklendiğinden çok daha dinç görünüyordu. Belki de bu yüzden koltuğunun kenarında duran siyah, gümüş işlemeli baston bu resmin içinde gözüme batıyordu. Aslında komik bir şekilde eline yakışıyordu ama böylesine genç birinin ne olup da bastona mecbur kaldığını, topalladığını merak ediyordunuz.

Edmund keyifle kalitesini görünüşünden bağırdan kravatını düzeltirken Kuzey’le Aislin içeride ilerledi. Edmund bunu sık yapardı. Takımının düzgün, kravatının yerinde olmasına saplantılıydı. E o zaman neden gözlüğünü silmiyordu? Bu İngiliz beyefendisini anlayamıyordum.

“ O halde sorun yok.” Aislin kendisi için ayrılmış koltuğa ifadesiz bir suratla oturdu. Onu kim suçlayabilirdi ki? Edmund insanın sinirlerini zorlayan bir adamdı. Sumire’nin yerine organizasyon başkanı seçilmesi neredeyse tek nefes alımlık bir zaman kadar sürmüştü. Şimdiye kadar neden seçilmediği, daha doğrusu defalarca giden teklifleri neden kabul etmediğiyse tam bir muammaydı. Sumire’nin, abimin ya da Oğuz’un yerinde olabilirdi rahatlıkla. Yüzündeki o kendini beğenmiş gülümseme onun da bunun farkında olduğunu söylüyordu. Buradaki herkes oturduğu koltuğu için savaşmışken kendi oturduğu mevki Edmund için savaşmıştı.

“ Ses tonunuza dikkat edin. Başarılı olmanız toplantıda bir organizasyon başkanıyla konuştuğunuz gerçeğini değiştirmez.”dedi Alfred Aeric ya da diğer bir değişle Edmund’un fedaisi. Delikanlı değimine yeni bir anlam katan Alfred korkarım ki tuvalete bile Edmund’la birlikte gidiyordu ve hayır, Edmund’un kesinlikle korunmaya ihtiyacı yoktu. Aksine onun Alfred’i korumak için yanında tuttuğuna dair rahatsız edici soru yumağı hislerim vardı.

Alfred’in dalgalı siyah saçları omuzlarının biraz üstünde sona eriyordu ve o kadar parlaktı ki ona bakan herkesin hangi şampuanı kullandığını sormak istediğine emindim. Parlak sarıgözleri her daim tetikte yırtıcı bir hayvan gibi görünmesine neden oluyordu. Çevredekileri korkutmak için miydi yoksa kendi korktuğu için mi bilemesem de o sarı gözler yerinde duramayan hiperaktif bir çocuk gibi yuvalarında dönüp dururlardı. Bildiğim kadarıyla yirmi yedi yaşındaydı.

“ Konu da bu öyle değil mi?”diye araya girdi Oğuz. “ Artık biz bile kendimize saygı duyamıyoruz. Tek bir adamın bize ve organizasyonumuza yaptıklarına bakın.”

“ Saygı hak edilen bir olgudur.”dedi Paul Rieu. Altmış iki yaşındaki İsveçli Paul en yaşlı hırsız ve organizasyon başkanı olma unvanına sahipti. Bir meslek hastalığı olarak genelde Paul’un gördüğü yılları çoğumuz göremeden gencecikken ölüyorduk. O yüzden Paul buralarda oldukça ünlüydü. Organizasyon başkanlarını tanımayan düşük seviye bir merkez çalışanı bile onun adını mutlaka duymuştur. Bembeyaz gür saçları arkadan ufak bir kuyruk yapabileceği kadar uzundu. Sarkmış yanaklarını ve yüzünü dolduran kırışıklıkları ona sevimli bir hava katıyordu. Göz kapakları mavi gözlerini neredeyse göremeyeceğim kadar düşüktü. Sanırım bu yüzden onu gördüğüm her zaman yatağından zorla kaldırılıp uykusunu alamadan toplantı masasına oturtulmuş gibi huysuz ama sevecendi. Hafif kamburlaşmış sırtıyla oturuşundaki harekete geçmeye hazır tutumu çelişiyordu. Bu çelişki onu hala emekli olmadan organizasyon başkanlığında tutan şeydi.

Masanın üzerinde birbirine kenetlediği kırışık beyaz parmakları kıpırdandı. Aklından çok fazla şey geçtiğini ona bakınca bile anlayabilirdiniz ama Oğuz ve Edmund’un aksine düşüncelerini kendine saklamayı severdi. Kısa, az ama öz konuşurdu. Paul tam olarak ağzından çıkan her kelimeden ders alınması gereken yaşlı bir keşişti. Onu gerçekten seviyordum. Seviyormuş ya da saygı duyuyormuş gibi görünmeye zorlanmıyordum. Kendisinin de söylediği gibi saygı hak edilen bir şeydi ve o özellikle abime arka çıkmasıyla benim kalbimi fethetmişti.

Sumire’nin düşüşünün ardından sanki onu seçen tek kişi Sumire’ymiş gibi abimin başkanlığına karşı çıkılmıştı. Aslında bunun esas sebebinin hem Oğuz’un hem abimin hem de Ay Işığı olarak benim Türk olmamız olduğunu biliyorduk. Beni öldüremezlerdi, Oğuz’u öylece organizasyon başkanlığından çıkaramazlardı ama abim daha bu işte yeniyken yani yılanın başı küçükken ezmek kolaydı. Çünkü bizim tek gayemiz organizasyonu ele geçirerek tepesine bir Türk bayrağı dikmekti.

Kısacası buraya kadar emin adımlarla gelen abim için burada kalmak kolay olmamıştı. Geçtiğimiz aylarda hoş olmayan şeyler yaşamıştık ancak bunların hepsi Paul sayesinde geride kalmıştı. Onun sözünün üstüne söz söyleyebilecek kimse yoktu. Kimse Paul ve üç ay ışığını arkasında bulunduran bir adamla dalaşmak istemediğine karar vermişti. Edmund ve Salma hariç.

Salma El Hasan masadaki beşinci organizasyon başkanıydı ve Paul kadar olmasa da elli altı yaşında olmasının getirdiği bir otoritesi vardı. Özellikle abime karşı çıkmasının sebebinin aslında onu ve Oğuz’u yapmakla suçladığı şeyi yaparak vasisi olduğu çocuğu o koltuğa getirmek olduğunu hepimiz biliyorduk. İki Mısırlı Arap organizasyon başkanı, kim milliyetçilik yapıyordu acaba? Üstelik oğlunun yetenekleri abiminkilerin yakınından bile geçemezken. Kimin nereden olduğunun bir önemi var mıydı gerçekten? İşi bilen kişinin değil birilerinin adamı olan kişilerin yapmasından dolayı bu kadar batmamış mıydık zaten?

“ Bundan kimlerin sorumlu olduğunu yeniden düşünmenizi öneririm o zaman.”dedi Salma. Tam da ondan beklenen muhalefeti yapmıştı. Bakışları yanında oturduğum abime sabitlenmişti. Beyazlaşmaya başlayan saçların üstünde duran koyu mavi örtünün ucunu bir şeyler ima etmek istercesine arkasına doğru savurdu. Koyu tenine karışıp kaybolan ve siyah gözlerini çevreleyen sürmesiyle bakışları tehdit doluydu. İşte beklediğim organizasyon başkanı profili hep buydu, Paul gibi yumuşak başlı insanlar değildi. Böyle oldukları sürece onlarla savaşabilirdim.

“ Sonuç olarak bu çukuru kazanmış olmamız bize ancak gelecekte bir yarar sağlayacak. Ne yazık ki günü kurtarmıyoruz.”dedi abim, Ayas, Salma’yı yok sayarak. Kadının bundan hiç hoşlanmadığı her hücresinden belli oluyordu.

“ Şu an tüm kaynaklar Walker’ın elinde. Bizi onun önüne geçirebilecek şeylere ihtiyacımız var.”dedim. Önüne geçebilme fikri aslında fazlasıyla iyimserdi, onu yakalamamız bile mucize olurdu. “ Hayaletleri bizim tarafımızda olmaları için ikna edebiliyoruz ama hala onları nasıl kullanacağımızı bilmiyoruz.”

“ Ah, evet evet çok haklısın.”diye atladı Edmund. Heyecanlı bir şekilde ceketinin iç cebinde bir şeyler araması bir kenara dursun benimle aynı fikirde olması görülmüş şey değildi. Adam evrenin bana karşı oluşturduğu antikor gibiydi. “ İşte, bir liste yaptım.”dedi sonunda cebinde aradığını bulup masaya bırakırken. Derin kağıda en yakın kişi olduğu için uzanarak onu aldı.

“İsimler?”dedi kaşlarını kaldırıp soran gözlerle Edmund’a bakarak. Edmund neşeyle onayladı.

“ Evet, isimler. Siz çocuklar hala bu işte yeni sayılırsınız ve her iki taraf hakkında bildikleriniz de buzdağının yalnızca görünen kısmından ibaret. Her ne kadar Walker yüzünden kontrol gücümüz hatırı sayılır miktarda düştüyse de biz hala büyük bir organizasyonuz. Bunlar Walker’ın çok yakınında olduğu halde doğru kartları oynadığımız takdirde kendi tarafımıza çekebileceğimiz kişilerin bir listesi.”

“ Ve Walker bu kişilerden haberdar değil, onlara her şeyi anlatıyor öyle mi?” Tara’nın tatmin olmamış bakışları Edmund’la Derin’in elindeki kağıtlar arasında gidip geliyordu. Acı bir şekilde Tara onu hepimizden daha iyi tanıyordu.

“ Şahane bir soru. Cevabı da bir o kadar şahane. Walker bu isimlerin fazlasıyla farkında ama fazlasıyla da yanında durmalarına ihtiyacı var. Hepsi özel yeteneklere, özel konumlara ya da Walker için özel DNA’ya sahip kişiler.” DNA sözcüğünü özellikle vurgulaması Tara başta olmak üzere hepimizi germişti. “ Dolayısıyla tehdit ediliyorlar. Tehdit unsuru ortadan kalkarsa Walker için çalışmaya devam etmeleri söz konusu dahi olmaz.”

“ Bundan emin misin? Yine de Walker’ın bu insanların peşine düşeceğimizi düşünmeyeceğini sanmıyorum.” Edmund eliyle Derin’e kağıdı vermesini işaret ederken gülüyordu. Ceketinin iç cebini karıştırarak bir kalem buldu ve isimlerden ikisini daire içine aldı.

“ Kimse ama kimse, açık vermeden oyun oynayamaz. Hamlelerine göre elindekilerin değeri artar ve azalır.” Kağıdı yeniden Derin’e uzattı. “ Bu ikisini ne amaçla tuttuğunu ve ne kadar, neden güvendiğini biliyoruz. Daha da önemli bizim tarafımıza geçtikleri takdirde olacakları da. Walker’ın önceliği onları öldürmek ya da geri kazanmak olmayacak. En azından birini…”

“ Bu kişiler Walker için değerli mi değil mi?”dedi Kuzey. Edmund’un lafları her iki tarafa da çekilebilirdi.

“ Buna neden Tara karar vermiyor? Rica etsem isimleri yüksek sesle okuyabilir misin Derin?” Derin kaşlarını çatarak kağıda bakmak için kendine iki saniye tanıdı. Ya Edmund’un yazısı berbattı ya da isimler biraz karmaşık.

“ Baek Young Jae ve Baek Kwang Ho.” İngilizce dışındaki yabancı dillere çok hâkim olmayabilirdim ama ben bile bu isimlerin Korece olduğunu anlamıştım.

Ortalama bir zekâya sahip olan biri bile o dakikadan sonra parçaları birleştirebilirdi. İsimler Korece’ydi, Tara anne tarafından Koreliydi ve Edmund konuşmasının sonunda topu Tara’ya atarak bitirmişti. Dönüp yüzüne baktığımda görmeyi beklediğim şaşkınlığı sadece bir anlığına yakalayabildim.

“ Evet, oldukça makul.” dedi omuzlarını silkerek.

“ Sanırım bu noktada ikinizden birinin bir açıklama yapması gerek.” Kuzey sözlerinin aksine hiçbir şey duymak istemiyormuş gibi bakışlarını masadan uzaklaştırmıştı. Beden dilinin bu masada oturan insanlara pek çok şey anlatabileceğini bildiğimden içimdeki huzursuzluğu bastırıp cevap için kaskatı bir şekilde Tara’ya baktım.

Bir şey vardı… Bir sorun… Kuzey’i uyutmayan rahatsız eden ve her zamanki gibi kimseye anlatmamayı tercih ettiği bir sorun. Diğerleri de farkındaysa bile kimse bir şey söylemiyordu. Sanki ağız birliği etmişçesine kendi içimizde Kuzey’i dinlemeyi ileri bir tarihe atmıştık. İşlerimiz daha önemliydi sanırım… Öyle miydi? Gerçekten daha önemli olabilir miydi?

Bu histen kurtulması çok zordu. Eğer geri dönebilsek hiç düşünmeden gene yaptıklarımın aynısını yapar mıydım? Yoksa daha taşı hiç bulmadan önce, onunla ilgili olaylarla gözlerimizi boyamalarından önce; kısacası bütün bu koşuşturma yaşanmadan,biz kumda oynarken Walker bize fark açmadan önce her şeyi düzeltmek mümkün olabilir miydi?

Arya’nın yanından ayrıldıktan bir ay kadar sonra gerçek dünyanın zeminine resmen çakıldığımı fark etmiştim. Ben fark etmesem de yıllar geçmişti ve bu süreçte değişim kaçınılmazdı. İşte o kurtulamadığım hissin kaynağı da buydu. Pişmanlık değildi bu, o ana geldikten sonra sevdiklerimi kurtarmak için başka bir şey yapamazdım, iş o raddeye gelirse kendi sorumun cevabı evet gene aynısı yapardım olurdu. Ancak iki buçuk yılın ardından karşımda beni geri getirmek için hayatlarındaki her şeyi ikinci plana atmış, yaşamayı kaşla göz arasında bırakıp hayatta kalmaya odaklanmış ve bu yüzen tükenmiş insanlar vardı. Sanki artık umursarlarsa duygularını ellerine yüzlerine bulaştırıp her şeyi mahvetmekten korkuyorlarmış gibilerdi.

“ Kuzenlerim. Teyzemin çocukları.”dedi Tara kısa mı yoksa uzun mu olduğunu tam kestiremediğim bir sürenin sonunda.

“ Tara’yla akraba olmaları demek Walker’ın gözünde Arya’yla akraba olmaları demek.” Edmund devam etmesini ister gibi Tara’ya baktı. Tara’nın endişeliden çok bıkkın görünmesini anlamlandıramıyordum. Hayatta kalan hiç akrabası yok sanıyordum. Oysa şimdi Walker’ın yanında duran iki adet arasının çok da iyi olmadığına bahse girebileceğim kuzeni ortaya çıkmıştı.

“ Young Jae benim gibi bir seçilmiş, kardeşi Kwang Ho ise sıradan bir insan. Young Jae’yle ilgili ne fazla ne de güzel anılarım var. Aşırı dik başlı, kendini beğenmiş; beğenmesini haklı çıkaracak kadar güçlü olmasına rağmen tek beyin hücresiyle hayatını devam ettiren serserinin teki. Tabi bu bana karşı olduğu kişi diyebilirim. Kwang Ho’ya karşıysa tam bir melek. Çünkü Kwang Ho…” Durup tam nasıl ifade etmesi gerektiğini kestiremiyormuş gibi gözlerini kıstı. “ Çünkü Kwang Ho pek normal değil. Seçilmişlerin yoğunlukta olduğu ve nedendir bilinmez ailendeki insanların öyle ya da böyle yetenekleri olduğu bir ortamda sıradan bir çocuk olarak büyümenize izin vermezler. Onu en son gördüğümde sanrılarının gerçek olduğunu kanıtlamak için evlerinin çatısından atlamaya kalkmıştı ve Young Jae onu son anda yakalamıştı. Yani Young Jae’nin bu kadar katı olma sebebi Kwang Ho, Kwang Ho’nun akıl sağlığını kaybetme sebebi seçilmişler ve seçilmişlerin başındaki Walker… Kwang Ho’nun hayatıyla tehdit edildiği aşikâr. Onu güvende tutmamız karşılığında Young Jae rahatlıkla taraf değiştirebilir.

Ve evet, Walker için aşırı önemli olduklarını sanmıyorum. Ayrıca ilk tercihimizin onlar olacağını düşündüğünü de sanmıyorum. Beni de onu da tanıyor, aramızda geçenleri biliyor.”

“ Birileri ödevini iyi yapmış desene.”dedi Derin mırıldanarak.

“ Eski bir Ay Işığı olarak şu ankinin yetersizliklerini kapamalıyım değil mi? Biz bir aileyiz.” Edmund’un sözleri vücudumda şehir elektriğini damardan bağlamışım gibi korkunç bir ürperti yarattı. Eski ne demişti?

Masadaki sessizlikle gözleri dehşetle açılmayanlar Salma, Paul ve Oğuz bu konunun açılmasından sadece rahatsız olmuş gibilerdi. Balıklar gibi ağzımı açıp kapattığımın ve kelimelere ulaşamadığımın farkındaydım ama bu kesinlikle beklemediğim bir vuruştu.

“ Hadi ama, bana sakın sen yeteneklerinin mührünü açmadan önce de hırsızların bir ay ışığının olduğu gerçeğini unuttuğunu söyleme. Defalarca başkanlık teklifi almamın sebebinin kara kaşım kara gözüm olduğunu mu düşündün? Ya da neden bu kez kabul ettiğimi hiç düşünmedin mi? Benden daha güçlü olduğu söylenen, alevlerimi benden çalan kızı merak etmeyeceğimi mi umdun yoksa?” Şaşkınlığımla eğlenir gibi güldü. “ Yani gerçekten kendini milat sanıyordun. Tuhaaaf.” Son sözcüğü uzatarak sinir bozacak derecede neşeli bir melodiyle söyledi.

Ağzımı açıp da cevap vermeye hakkım var mıydı? Gerçekten nasıl olmuştu da benden önceki ay ışığı üstüne hiç kafa yormamıştım? Dünyada belki de kıl payıyla daha güçlü olduğum birileri vardı ve eğer ki ipleri gevşetirsem sahip olduğum pek çok ayrıcalık elimden uçup gidebilirdi.

Nitekim Edmund’un konuşmasına bakacak olursak birileri bunun olması için fazlasıyla hevesliydi.

“ O halde gidip o ikisini getirin. Walker’la yakın temas söz konusu olunca fazlasıyla deneyimlisiniz.” dedi Edmund.

“ Eminim nerede olduklarını da Walker’la yakın temas kurmasını istemediğin adamların bizim için bulmuşlardır.” diye cevapladı Kuzey. Sesinde bariz bir iğneleme vardı.

“ Sana yabancı bir yer olmadığı için sorun olmaz sanırım. Giderken kötü anılarını evde bırakıp sıkı giyinmeyi unutma.”

Gülümsemesi şimdiden üşümemi sağlamıştı.



34 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page