-24-
Kuzey
Sakin olup durumu tekrar gözden geçirmeye başladım. Hayaletlerin dünyasından bu kadar uzak durmaya çalışmışken şimdi fazla yükleme yapılmış gibi hissediyordum. Bana aynı gibi görünse de aslında farklı boyutlarda yaşıyorduk. Ancak bu iki boyut tamamen çakışıyordu. Bizim boyutumuz yeryüzüyse onlarınki atmosferdi. İkisi arasındaki bağ ise kâhinlerdi.
Aiden’ın söylediğine göre cansız her nesne ortak kullanımdaydı. Yani evet, salondaki koltuğunuzu bir hayaletle paylaşıyor olma olasılığınız epey yüksekti. Hayaletler isterse bu nesnelere dokunabiliyor ve hatta hareket ettirebiliyordu. Bu da filmlerde görmüş olduğumuz uçan şamdan hikâyesinin kaynağıydı. Yine de fark etmişim ki bunu yapmaktan çok da hoşlanmıyorlardı. Sebebini sormaya korkuyordum. Nesnenin gerçek varlığı bizim dünyamıza aitti ve belki de temas etmeleri onları zorluyordu. Yalnızca onları gören bir kâhin tarafından onlara verilirse, bizim verdiğimiz şu küçük şişeler gibi, nesne boyut değiştirip tamamen onlara ait oluyordu. Bıraktıklarında bize geri dönse de üzerinde bir çeşit iz kalıyordu. O kitap, çanta, ayna artık her neyse bir kere boyutlarımız arasında dolaştığında artık iki tarafın da malı oluyordu. Temas halinde olan kimse onun dünyasında yer buluyordu. Tabi hayaletlerin bu iki nesnelerle temas etme yolu arasında kocaman bir fark vardı; birinde uçan cismi herkes görebilirdi, ötekindeyse kimse göremezdi.
“ Onlara anca biz verirsek silahları insanlar tarafından görünmez olacak. ”dedi Stheno. Şimdi böyle düşününce Agarta’dan çıkıp ikizleri bulmak yaptığımız en mantıklı hareketmiş gibi geliyordu. En azından artık hayaletleri nasıl savaştıracağımızı biliyorduk. Kendimizi onlardan nasıl koruyabileceğimizse hala bir muammaydı.
“ Peki, onlara ne vereceğiz? Taramalı tüfek değil herhalde. ”diye sordu Soterios. Güzel bir noktaydı ve benim hiçbir fikrim yoktu. Neyse ki Aiden’ın her zamanki gibi bir planı vardı.
“ Walker bıçak vermiş. ” Nereden bildiğini soran bakışları görünce ekledi, “ Yanınıza gelmeden önce bir bakmıştım.”
“ Hayalet çukurlarıyla sıradan hayaletler farklıdır. Çukurdakiler yüzyıllar önce ölmüş olmalarına rağmen burayı terk edemiyorlar. Burayı izliyor olmaları da silah kullanmayı bildikleri anlamına gelmiyor. Onlara yabancı oldukları bir silahı verip öğretmekle de zaman kaybedemeyiz. Bizim tarafımızda savaşmayı kabul etmeleri bile büyük bir fedakârlık. ”dedi Aislin. Ortadan kaybolmasından korkuyormuşçasına Aiden’ın elini bir an olsun bırakmıyordu. Yaptıklarından sonra bunun onu sıktığını söylese ablasının vereceği tepkiden korkan Aiden uslu çocuğu oynuyordu. Yürüyüşü zayıftı ve hala çok uykusu varmış gibi dalgındı. Toparlanmak için gerçek bir dinlenmeye ihtiyacı vardı. Buna rağmen bir şeylere karar verildiği an ben yaparım diye ortadan kaybolması an meselesiydi.
“ Bıçak… Bunu ayarlayabilirim. ”dedim sırıtarak. Aiden bana bakarak göz kırptı. “ Ben gidip silah işini halledeyim. Siz de Aiden’ın işaretlediği haritaya göre elimizdeki birlikleri organize edin. Açıklamayı yaptığınız grupları İstanbul merkeze, hangar girişine yönlendirin. Onları orada silahlandırabiliriz.”
“ Bütün olanlardan sonra merkeze gitmek tehlikeli değil mi? ”Ais korkuyordu. Bunu yüz ifadesini kontrol eden her bir kastan anlayabiliyordum.
“ Sorun olmayacak güven bana. Organizasyonun yarısı hala bize sadık. Üstelik içeride sağlam adamlarım var.” Ais neden bahsettiğimi anlamış olacak ki rahatlamıştı. Ta ki Aiden onun elini bırakana kadar.
“ Ben de Kuzey’le gidiyorum. ”dedi tartışmaya yer bırakmayacak kadar net bir sesle. Düşünce böylesi daha iyi olabilirdi. Açık alanda ne yapacağı belli olmazdı ve kendini biraz daha zorlarsa ne olacağını düşünmek bile istemiyordum. “ Silahları onlara kâhinler verebilir sadece. Kuzey’in tek başına yapması çok uzun sürer. Bence siz de işinizi bitirince gelmelisiniz.” Aiden bir kez daha çok iyi bir noktaya parmak basmıştı. Öyle ki Ais bile karşı çıkmak için açtığı ağzını gerisin geriye kapatmak zorunda kalmıştı.
“ Sorun yok ona göz kulak olabilirim. Bence benimle gelmesi daha iyi. ”dedim. Aiden sırıtarak yanıma gelip bu sefer benim elimi tuttu. “ Üstelik içimden bir ses onun bana göz kulak olacağını söylüyor.” Aislin ikimizin ısrarına dayanamayarak pes etti. Yakınlardaki köhne bir dağ evinin duvarına iki kapı açarak ayrıldık.
“ Kuzey?” Beni kapısında bulan babamın yüzündeki saf mutluluk karşısında afallamıştım. Hele ki koşarak yanıma gelip bana sarılması gerçekten beklediğim en son şeydi.
“ Şey… Nasılsın baba? ”dedim beceriksizce ona sarılırken. Esas işinin ne olduğunu öğrenene kadar babamla uzun süre aramız oldukça kötüydü. Sonrasındaysa karmakarışık bir hal almıştı. Kendini tamamen affettirmek için çok uğraşıyordu. Yeniden bir zamanlar olduğu o iyi adamdı ve ben bunu tamamen Ayas’a borçluydum. Artık ürettiği şeyleri kendi üzerinde denemiyordu. O zamanlar yaptığı her şeyi annem ve benim için yaptığını biliyordum ama bir yanım benimle paylaşmak yerine tüm yükü omuzlamaya çalıştığı için ona hala kırgındı. İkimizde farklı konularda birbirimize kızgın, kırgın ve suçlu hissediyorduk. Tek fark o bir baba olarak bütün bunlarla nasıl başa çıkacağını biliyordu. Bense kendimi onun yanında olduğumdan çok daha küçük hissediyordum. Zaten Nisan’dı Walker’dı derken zaman gerçekten akıp gidiyordu.
“ Esas sen nasılsın? Jay’e neler olduğunu buradaki herkes biliyor. Sana da ona da ulaşmaya çalıştım. Beni… Endişelendirdiniz. Hepiniz.” İşte bu tamamen aklımdan çıkmıştı. Babam organizasyon için çalışıyordu tabi ki olanlardan haberdar olacaktı. Hiç birimize ulaşamayınca meraklanmıştı.
“ İşler biraz çığırından çıktı. ”dedim suçlu bir sırıtışla. “ Zaten bu yüzden buradayım. Yardımına ihtiyacım var.” Babam elini omzuma atarak yıllardır bu anı bekliyormuş gibi gülümsedi.
“ Yapabileceğim her şeyi yaparım oğlum. Neye ihtiyacın var?”
“ Bize çooook fazla bıçak lazım! ”dedi Aiden birden arkamdan yana doğru zıplayarak. Onunla aynı anda zıplayan babam belli ki şu dakikaya kadar farkına varmamıştı. “ Merhaba Kuzey’in babası bey, ben Aiden.” Aiden tüm şekerliğiyle sırıtarak babama elini uzattı. Babam kahkahasını bıyık altına saklayacak kadar nazik bir adamdı.
“ Şu ünlü Aiden sensin demek. Tanıştığıma memnun oldum, bana Doğan amca diyebilirsin. Kuzey’in babası bey biraz… Uzun gibi. ”dedi babam çömelip Aiden’ın elini büyük bir samimiyetle sıkarken. Babamı akıcı İngilizce konuşurken duymak tüylerimi diken diken ediyordu. Nedense ergenlikte insanın beyni belli yaşın üstündeki kimse İngilizce bilemezmiş gibi davranmaya programlanıyordu. “ Peki siz iki gence neden çooook fazla bıçak lazım öğrenebilir miyim? ”dedi ayağa kalkıp ciddileşerek.
“ Walker.” Bu tek kelime babamı bilgisayarı başına göndermeye yetmişti. Muhtemelen elinde neler olduğunu kontrol edecekti. “ Sana bahsettiğim hayalet çukurlarını silahlandırmamız gerekiyor. Yani sonrasında bu bıçakları geri alamayabilirsin. ”dedim masasının yanına giderken.
“ Sanki sonrasında ihtiyacım ya da hesap vereceğim bir organizasyon olacak da. ”dedi bana gülümseyerek. Sonra aniden yine ciddileşti. “ Birilerini ya da bu durumda bir şeyleri silahlandırması kolaydır Kuzey. Silahsızlandırmaksa çok daha büyük bir çaba ister. Bunu yapamayacaksanızaynı silahın size karşı kullanılmayacağından emin misiniz?” İşin bir de bu boyutu vardı. Walker da biz de hayaletlerin eline birden çok büyük bir koz veriyorduk. İşleri bitince geri vereceklerini düşünmek aptallık olurdu. Üstelik tüm o bıçaklar bir kere ellerine aldıkları anda iki tarafın da ortak malı haline gelecekti. Birbirlerine ya da insanlara karşı kullanmak da özgür olacaklardı. Öte yandan gerçekten isteyen bir hayalet biz ona silah vermesek de birilerini öldürebilirdi.
Kendi boyutumuzun paçasını kurtarmak için yaptığımız şey bazen çok adice geliyordu. Bu onların arasında gerçek hiyerarşik bir düzenin başlangıcı da olabilirdi, savaşlarla sonuçlanacak bir karmaşanın da. Bizimse onlara karşı tek savunma kalkanımız ruh alevi olabilirdi. Aiden’ın yolda anlattıkları doğruysa iki boyutta akan zaman bile farklılık gösteriyordu.
“ Hayaletlerin hepsi kötü insanlar değildir. Onlar sadece insanlar işte. Herkesin evinde bıçağı var ama herkes birbirini öldürmüyor, değil mi? ”diye araya girdi Aiden. “ Hem sorun olursa hepsini teker teker geri alırım. Çok uzun sürer ama yaparım.” Babam bir ona bir bana baktıktan sonra kendi kendine mırıldanarak bilgisayarına döndü. Yüzünün asıldığını görebiliyorum.
“ Senin bahsettiğin sayıyı aşağı yukarı hatırlıyorum oğlum ama tüm depomuzu boşaltsam bile bu sayıya ulaşamayız. ”dedi sıkkın bir sesle.
“ Başka bir yerden destek alamaz mıyız?” Aslında sorduğum sorunun cevabını biliyordum. Bu çok riskli bir hareket olurdu. Bir anda bu kadar ekipman desteği isteme yetkisine sadece başkanlar sahipti. Onların yanında olan bir merkezden bile isteseler İstanbul dışında neresi olursa olsun diğer başkanlara haber uçacaktı. Bu da işimizi baltalardı.
“ En yakında Ankara merkezi var. Bu açığı kapatabilecek yakın Varna ya da Atina merkezleri de olabilir ama…” Elimi kaldırıp onu durdurdum. Birinin yaklaştığını hissedebiliyordum. Tanıdık biriydi.
“ Hiç satın almayı düşündünüz mü? Ya da ne bileyim beş yıldızlı bir restorandan çalmayı falan?” Alfred sırıtarak kapıya yaslandı. Acaba hep böyle esprili biri miydi yoksa sonradan açılan tiplerden miydi? Çünkü çok da uzak olmayan geçmişte tam bir buzdolabıydı.
Onu görünce rahatlayarak tuttuğum nefesimi bıraktım. Öncelikle iyiydi, hala tek parçaydı. İzimizi bulup, yardıma gelecek kadar kendindeydi. Üstü başı kirlenmiş, gömleği birkaç yerden yırtılmıştı. Üzerindeki kan ona mı yoksa bir başkasına mı aitti? Bir yarası olsa bu kadar rahat olamazdı. Bitkinliği yüzünden aksa sarı gözleri muzip bir ışıltıyla parlıyordu.
“ Buranın Jay’in kalesi olduğu için güvenli olduğunu biliyorum ama Edmund’un da bir kalesi olduğunu unutuyorsunuz. ”dedi ve arkasına bakarak yaklaştığını hissettiğim adamın gelmesini bekledi. Hissettiğimi sandığım kişi miydi gerçekten?
“ Londra’dan şu an buraya aktarılan epey yüklü bir kargon var Kuzey. Bıçakları bu kadar sevdiğinden haberim yoktu.” Dominic North tüm azametiyle kapıda belirdi. O da en az Alfred kadar hırpalanmış görünse de kıyafetlerini yeni değiştirdiği belli oluyordu.
Rahatlamam, minnetim, coşkum hepsi nasıl sorusuyla gölgeleniyordu. Biz Agarta’dan çıktığımız sırada Walker dışındaki herkesin işi bitmek üzereydi. Evet, ikizleri bulmak ve planı kararlaştırmak biraz vaktimizi almıştı ama bu kadar da uzun sürmüş müydü? Sadece bizim ve Jinan grubunun haberdar olduğu bu bilgiler onlara nasıl ulaşmıştı? İkisi de duygu karmaşamı anlamış olacaktı ki gözleri yavaşça Aiden’a kaydı. Aiden’sa suçlu suçlu ayakkabılarına bakıyordu.
“ Hayır, gerçekten anlamıyorum. Nasıl? Sen sekiz yaşındayım diye bizi mi yiyorsun? Bütün bunları ne ara düşündün, tasarladın da hayata geçirdin be çocuk! ”dedim kendimi tutamayarak. Aiden dışındaki herkes dudaklarını birbirine bastırarak gülüyordu.
“ Dedim ya gelmeden onun hayalet ordusuna bakmaya gittim. O kadar zor değil ki, hayaletleri hepinizden iyi tanıyorum. Siz beni odada tutsanız da tutmasanız da evde konuşulan her şeyi dinliyorum ben. Edmund ve Jay’i yalnız konuşurlarken duydum. Çoğu merkez ve hırsız onların tarafındaymış ama İstanbul ve Londra dışında hiçbir merkeze tam anlamıyla güvenemeyeceklerini söylediler. E sonra hayaletleri görünce dedim ki bizim bıçaklara, kılıçlara falan ihtiyacımız olacak. Sonra bunlar merkezde var ama her merkeze güvenemeyiz dedim. O zaman nasılsa Kuzey bunu bildiğinden İstanbul merkeze gider, ben de zaman kazanayım dedim. Nasılsa oradakiler beni daha önce gördü, tanıyorlardı. İnanmasalar bile işleri bitince Alfred’e Edmund’a falan ulaşırlar,” İfademi görünce bir an duraklayıp devam edecekse de sözlerini hemen bitirdi. “ dedim ben…” Dominic daha fazla dayanamayarak bir kahkaha patlattı.
“ Merkezdekilerin canına okumuş. Onaylatmak için Agarta’ya bir hırsız gönderdiler. Durum bu olunca Alfred’le ben de hemen harekete geçtik. ”dedi ve gelip sırıtmasına yol açacak şekilde Aiden’ın saçlarını karıştırdı.
“ Aiden gerçekten artık çeteleni tutamıyorum. Önce Jinan’daydın. Sonra Walker’ın hayalet çukuruna gittin. Oradan Londra merkezine geçtin, bir üstüne Agarta’ya geldin. ”dediğimde Aiden omuz silkmekle yetindi.
“ Ben her gün bu kadar geziyorum ki biliyorsun. Yolculuk benim için sorun değil, alevler gibi yorucu da değil.”
“ Demek ki boşuna yıllarca okudum. Meğer çok gezen biliyormuş. ”dedi babam afallamış bir ifadeyle. Fermuarlı arka cebimdeki telefonum inatçı bir şekilde titremeye başlayınca ona ya da Aiden’a cevap verme fırsatı bulamamıştım.
“ Hadi şu kargoları hangara taşıyalım.”
“ Bu sonuncusu. ”dedim elimdeki kocaman sandığı griye uzatırken. Bu gerçekten gülünçtü. Üç sene önce bunun fikrine bile gülerdim, bir sene önce dehşete düşer saklanmak isterdim. Şimdiyse kendimi onların yanında rahat hissediyordum. Hatta neredeyse yaşayan insanlarla olmadığım kadar rahat. Çünkü zaman geçtikçe esas korkmam gerekenlerin ölüler değil yaşayanlar olduğunu fark etmiştim. Hayaletler ya da griler sadece çaresizdi. Bırakmak zorunda kaldıkları çok şey vardı ve bazıları yüzyıllar sonra ilk defa birilerinin insanlarmış gibi onlarla konuştuğunu görünce ağlıyorlardı.
Gri adam ellerini uzatıp sandığı benden aldı. Görüntüde eli elimin üzerindeydi ama ben aslında bir yanılsamadan ibaret olan uyuşukluk dışında ona dair hiçbir şey hissedemiyordum. Ellerimi yavaşça çektiğimde sandıklar suya batıyormuşçasına saydam gri bir renge bürünüyordu. Sandığı arkasındaki arkadaşına verip onun açmasını beklerken bana bir şeyler söylemek istercesine baktı. Sonra vazgeçerek arkasını döndü.
“ Hey! Eemm… Yao değil mi? ”dedim. Adının daha uzun olduğunu biliyordum ama hatırlamam mümkün değildi. Orta yaşlı, çekik gözlü adam debelenmem onu mutlu etmiş gibi gülümseyerek başını salladı. “ Ben teşekkür etmek istedim sadece… Bana yardım ettiğin için. ” Bana öyle bir bakış attı ki yanlış bir şey söyleyip söylemediğimden emin olamadım. Yüzündeki ifade yerini samimi bir gülümsemeye bırakırken kendi kültürüne göre bana eğilerek selam verdi. Onu taklit etmeye çalışsam da beceremediğimi biliyorum. Tara beni görse muhtemelen sanırım gözlerim eridi diyerek ortamı terk ederdi. Young Jae’den hiç bahsetmiyordum bile. Tabi yine de onların hareketleriyle Yao’nunkiler arasında bazı temel farklılıklar vardı.
Sandık kaldırmaktan ciddi şekilde belim ağrımaya başlamıştı. Hayatını ağır yükler taşıyarak kazanan insanlara olan saygım birkaç dakika içinde bile hatırı sayılır miktarda artmıştı. Gidip en başta onlarla konuşan ekip olarak Ais ve ikizler son gruba talimatları hatırlatıyordu. Olayların içinde olmaya bayılan Aiden’sa kenarda oturuyordu. Bacaklarını kollarıyla sarmış ablasının konuşmasını izliyordu.
“ Sorun ne? Bir gün için çok ağır mı geldi? ”dedim işim bittiğinden yanına oturarak. Aiden hayır anlamında başını iki yana salladı.
“ Daha diğerlerinin yanına gitmeliyiz. Ais işini bitirir bitirmez çıkmalıyız. Bunun için güç toplamaya çalışıyorum.”
“ Aiden belki de senin gelmemen daha iyi olur. Üstüne düşenden çok daha fazlasını yaptın. Kendini daha fazla zorlamanı istemiyorum. ” Bunu gerçekten onun için endişelendiğimden söylediğimi anlaması için yavaşça sarı düz saçlarını okşadım. Aiden iç çekti.
“ Orada olmak istiyorum. ”dedi yavaşça. Sonra başını çevirip gri gözleriyle bana baktı. “ Sence ona çok benziyor muyum?” Neden bahsettiğini anlamam birkaç saniyemi almıştı. Anladığım ansa cevap verme yeteneğimi kaybetmiştim. Gözlerinde bir cevap almadan peşimi bırakmayacak türden bir gölge vardı. Ama ne acı ne korku ne de özlem yoktu. Sadece merak vardı. Tedirginliğimi hissetmiş gibi güldü. “ Ben salak değilim, aynaya bakıyorum. Walker’ın babam olduğunu biliyorum.”
Ais hiçbir şey duyamayacak kadar uzakta olmasına rağmen hissetmiş gibi dönüp bize baktı. Aiden ona sırıtıp el sallayınca içi rahatlayarak yeniden önüne döndü. “ Ais üzülmeyeyim diye bana söylemiyor ama ben biliyorum. Konuşmalarını duydum, özellikle konusunu açıp ne diyeceğine baktım. Onu kandırması çok kolay.” Sonra yüzündeki gülümseme soldu. “ Bak, Ais’i bile kolayca kandırabiliyorum. Ona benziyorum… Ona benzemek istemiyorum.”
“ Senin onunla hiçbir alakan yok! ” Sesim biraz sert çıkmış olsa da Aiden aldırış etmemişti. Böyle düşündüğüne inanamıyordum. Aklında bu düşünceyle, kalbinde bu yükle nasıl devam ediyordu? Agarta’da Walker’a bakışını hatırlayınca içimde bir şeyler kopmuştu sanki. İfadesiz yüzü, ona haykıran babası ve elinden geldiğince ona zarar vermemeye çalışması…
“ Ona iyice baktım. Gözlerimiz, saçlarımız, yüzümüz aynı sanki. Ama o bağırıyor, çok öfkeli. Ruhu simsiyah gibi… Bizden nefret ediyor biliyorum. Ben sadece…” Durup söyleyecek gücü toplamasını bekledim. Bu konuşmayı yapmaya ihtiyacı vardı ve bu içimi paramparça etse bile ben, onu dinleyecektim. “ Ais varken ona ihtiyacım olmadı, anneme de olmadı. Bana sadece gittiğini söyledi ben de tamam dedim. Ben ölüme alışkınım. Annem öldü ve onu giderken gördüm. Bana ilk defa o zaman gülümsemişti. Şimdi daha iyi bir yerde olduğunu bir gün onu yeniden göreceğimi biliyorum. Hilal öldü ama ben onu istersem her gün görebiliyorum. Nisan o silahı kullanınca babam için, yani Walker için, her şey bitecek. Ruhu sonsuza dek yok olacak. Doğru olan, iyi olan bu…
Ben hiç Ais’e söylemedim ama bazen babamı düşünürdüm. Onu hiç görmediğim için hayal ederdim. Geri dönmeyeceğini ya da kahraman olmadığını biliyordum çünkü o Ais’i üzmüştü! Ais’e ya da anneme hiç benzemediğimden ona benzediğimi biliyordum. Şimdi onu tanıyorum. Büyüdüğümde onun gibi olmak istemiyorum! Senin gibi, Ais gibi olmak istiyorum, artık ona benzemek istemiyorum. Bu eskisi gibi hoşuma gitmiyor.
Nasıl anlatmam gerektiğini bilmiyorum. Kafamda bir şey var ama sanırım yeteri kadar kelime bilmiyorum.” Bana döndüğünde gri gözleri kıpkırmızı olmuştu. “ Bunu söylediğim için bana kızma, dalga geçme ama artık kimsenin bana bugün Doğan amcanın sana sarıldığı gibi sarılmayacağını biliyorum. Sanırım korkuyorum Kuzey. Korkuyorum çünkü sanki burada,” Parmağıyla başını gösterdi, “ Burada başka bir Aiden var ve o babası için üzülüyor.”
Onu o kadar hızlı kucağıma çektim ki tepki vermek için fırsatı olmadı. Saçlarına alnımı yasladım. Kollarımı şimdi her zamankinden küçük ve kırılgan görünen bedenine sıkı sıkı doladım.
“ Sen babana hiç ama hiç benzemiyorsun Aiden. İnsanlar aynada gördüğümüz şeyden oluşmazlar sadece. Hatalar yaparlar, kararlar alırlar, sevdikleri sevmedikleri şeyler vardır. Hepimiz aynı evin farklı odalarında yaşıyormuşuz gibi hayal et. Walker’ın odası simsiyahken seninki rengârenk. Çünkü sen renkleri seversin. Senin kendi hataların, kendi kararların ve kendi özelliklerin var. Bunların hiçbirini sana baban vermedi. Hepsini sen seçtin. Kendine ait çok güzel bir zihnin, kendine ait tertemiz bir kalbin var. Sen Aiden’sın, ne yaparsan yap Walker değil Aiden olarak kalacaksın.
Sana kimsenin o şekilde sarılamayacağını mı düşünüyorsun? Haklısın. Çünkü bundan sonra ben sana ondan bile sıkı sarılacağım. Korkman da sevmen de sevilmek istemen de yanlış değil. Bütün bunlar sadece seni biraz daha sen yapar. Beni anlıyor musun? Ben her zaman ama her zaman senin için buradayım Aiden. Bunu sakın unutma küçük adam.” Doğrulup kollarını boynuma doladığında ona daha da sıkı sarıldım. Ağlamanın, üzülmenin yanlış olmadığını anlamasını istiyordum. Bütün bu düşüncelerinin bile onu babası olacak mahlûktan ne kadar ayırdığını görmesini istiyordum. Hatta ona sarılmaktan silemediğim kendi gözyaşlarımı da görmesini, hayatını her yönüyle paylaşmasını istiyordum. Ben bu yaşta bile kendi babamla çok iyi geçinemiyordum. Nasıl oluyordu da tüm dünya sözleşmiş gibi bu kadar minik omuzları seçip onların üzerine yıkılabiliyordu? Neden Aiden çocuk kalıp, çocuk gibi düşünemiyordu? Kendini anlatamadığını düşündüğü hali buysa içinde gerçekten nasıl fırtınalar koptuğunu sadece hayal edebiliyordum.
Orada olmak istemesini, babasını öldürecek olan silah her neyse onu taşımaya bu kadar istekli olmasını anlıyordum. O gidince kafasındaki bahsettiği diğer Aiden’ın da yok olacağını biliyordu. Bu ona onun doğru olanı seçtiğini, asla babası gibi olmayacağını kanıtlayacaktı.
Hayat bu kadarını da Aiden’a borçluydu. O yüzden artık kaybedecek bir saniyemiz dahi yoktu.
Comments