-15-
Tara
Aislin cebinden çıkarttığı minik şişeyi hayaletlerin liderine verip onun sorularını cevaplarken benim kafam bambaşka dünyalarda volta atıyordu. Bize hatırı sayılır bir avantaj sağlayacak sayıda ruhun sıkıştığı yeni bir hayalet çukuru bulmuştuk. Kuzey Edmund’la birlikte Agarta yolcusu olduğundan Aislin’le ben gelmiştim. Kuzey kâhin olarak beni eğitmek için kendini paralasa da asla onun kadar iyi olamıyordum. En azından artık o ve Aislin gibi hayaletleri görebiliyordum ama onların verdikleri detaylar bende bulanıktı. Tam odaklanamayan bir fotoğraf makinası gibiydim. Şişeyi elinde tutan adam bir an için belirginleşip tam ona baktığım sırada kendimi miyop gibi hissetmeme neden olacak şekilde bulanıklaşıyordu. Ben de pes ederek konuşma işini Aislin’e bırakıp onun koruması rolünü üstlenmiştim.
Ama bir süredir bedenen bulunduğum ortamdan uzaktım. Kafamın içinde kendimi otururken hayal ettiğim kırmızı chester koltuk gözümün önünde sallanan bir saat gibi beni hipnotize eden hayalet adamın görüntüsünün ardından batmaya başlamıştı. Kendimi gerçekten artık içinde sadece kırmızı koltuğumun bulunduğu çocukluk odamda gibi hissediyordum. Rahatsızlık dayanılmazdı, aslında ayakta olmama rağmen o koltuktan kalkıp odadan dışarı çıkmak istiyordum. Oysa dışarıda bir şey yoktu. Ben ne Nisan gibi kendi zihnime girebilir ne de başkasının gezinmesi için zihnimi sunabilirdim. Ben kâhindim. Şu anda çevremi sardığını hissettiğim bu oda bile aslında var olmamalıydı. Ayas beni kurtarmak için ben baygınken zihnime girdiğimde zifiri karanlık dışında hiçbir şey bulmamalıydı. Nisan Hilal’i kurtarmak için zamanı geri alabilmeliydi. Walker’ın yeteneğinin bir sınırı olmalıydı. Kendimizi hayaletlere karşı savunmak için başka hayaletlerle kalkan örmek dışında bir yol bulmalıydık.
Neden koltuğun beni rahatsız edip kalkmam için zorladığını biliyordum. Hiçbir gerçekten kaçamayacak kadar hipnotize olmuştum.
“ Tara, iyi misin? Gittiler işte, biz de gidebiliriz.” Aislin koluma dokununca öyle bir zıpladım ki refleks olarak elini hemen çekti.
“ İyiyim. Sen dön. Halletmem gereken ufak bir iş var.” Yüzüne bakmıyordum. Gözüm hayaletin artık var olmadığı çimenlerin üzerinde takılı kalmıştı. Aislin bana vazgeçmem için bir bahane vermeden yanıma yedek olarak aldığım şişenin içine kendi ruh alevimi koyarak başım belada olursa bunu geri çekeceğimi ve beni uydudan izleyebileceklerini söyledim. Tatmin olmamıştı ama geri dönüp Aiden’ın Kuzey’in peşinden gitmediğini kontrol etme dürtüsü baskın geldiği için kabullenmişti. Ona ne kadar gergin olduğumu anlamamasını umarak gülümsedim. Walker’la yüzleşmiştim, şimdi sıra diğerlerindeydi.
İçerisi aynı hatırladığım gibiydi. Buraya en son Nisan’ı geri getirmek için bir yol ararken gelmiştim. Şu an yaptığımın aksine o zaman attığım her adım yakalanma korkum yüzünden temkinli olurdu. Girişten kütüphaneye kadar görülmeden ulaşabilirsem sorun olmaz, derdim kendi kendime. Nasılsa çok sık kullanılan bir tapınak değildi. Artık kütüphaneler ve arşivlerle kimsenin işi olmuyordu. Beni reddettiklerinde burada yazan kanunların yarısından fazlasına karşı gelmişlerdi zaten. Jinan’daki tapınak artık Walker’ın kontrolündeydi. Onun tarafında olan seçilmişleri bile o aleve yaklaştırdığını sanmıyordum. Ritüelleri için başka bir yere ihtiyaçları olacaktı ve benim yerime seçtikleri yaşlı cadalozu birazcık tanıdıysam kendi iktidarını güçlendirmek için aslında kimsenin içindekileri okumaya tenezzül etmediği seçilmişlerin tarihiyle dolu bu tapınağa sırtını yaslayacaktı. İstediğini yapabilirdi ama asla ritüeller için gerekli olan ruh alevini kontrol edemezdi. Walker ona yardım etmiyorsa dayandığı hiçbir şey onu kurtarmaya yetmeyecekti.
Geniş taş koridoru geçerek kütüphanenin ahşap kapıları önünde durdum. Ne içeride ne de çevremde kimseyi hissetmiyordum. Sunağa gitmeden önce kendimle yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Bu artık ertelenemezdi. Kapıların gıcırdamasını umursamadan açarak tanıdık tozlu kütüphaneye adım attım.
Kütüphanenin üç duvarı yerden tavana kadar silme kitap ve parşömenlerle doluydu. Hemen karşımdaki cephedeyse bir kitaplık-bir pencere şeklinde ilerleyen ritmik bir düzen vardı. Pencerelerden içeriye gri kayalıkları yararak büyümüş yeşil ağaçların süslediği dağ sırasının şu an bulunduğumdan daha alçak zirvelerinin günbatımındaki mayışmış manzarası doluyordu. Neredeyse saydamlığını yitirecek kadar sarı ve turuncuydu içeriyi aydınlatan ışık. Camların önünde fazlasıyla gıcırdadıkları için oturmaya hiç cesaret edemediğim soluk renkli ahşap okuma masaları, sandalyeleri vardı. Geniş taş zeminli odanın kalan kısımlarıysa duvardaki ve okuma bölümündeki düzeni bozmaya yemin etmiş gibi abuk sabuk açılarla yerleştirilmiş üst raflarına merdivenle bile ulaşmanın imkânsız olduğu kitaplıklarla doluydu. Biraz daha geniş olsaydı yarattığı labirentte kolayca kaybolabilirdiniz. Burası bana güven veriyordu. Birisi ben içerideyken gelse bile ezbere bildiğim labirentte kolayca saklanabilirdim. Hatta hala iyi durumda olan kitaplıkların derin üst raflarına tırmanıp saklanabilirdim bile, nasılsa labirente ait kitaplıkların hepsi tamamen dolu değildi. Hiç doldurulmamış mıydı yoksa zamanla kayıp mı edilmişlerdi bilmiyordum. Her şekilde burası beni hiç hayal kırıklığın uğratmamıştı. Burası cevapları yeterince iyi ararsam bulabileceğim tek yerdi. Alakasız gibi görünse de yapacağım şey için burayı seçmemin sebebinin bu olduğunu biliyordum.
İlk kez yapabilecek olmama rağmen sandalyeleri bir kez daha pas geçip dışarıdaki manzaraya bakacak şekilde açılanmış kitaplıklardan birinin önüne çöktüm. Buz gibi zemini umursamamaya çalıştım ki bu bile başlı başına takdiri hak ediyordu. Nasıl olacağına dair hiçbir fikrimin olmadığı bir şey yapmak üzereydim. Bana rehber olabilecek tek şey Nisan’ın anlattıkları ve kendi içgüdülerimken gerçekten işleri batırmanın kıyısında olduğumu hissediyordum.
Derin bir nefes alıp gözlerimi tekrar açabilmem buna bağlıymış gibi batmakta olan güneşe baktım ve gözlerimi kapattım. Birkaç saat önce hissettiğim o odayı ve hayali koltuğu kafamda canlandırdım. Ayas’ın beni çekip çıkarttığında olduğu gibi değildi. O an fiziksel olarak orada olduğumu hissedebiliyordum, bilebiliyordum. Şimdiyse sadece kafamda canlandırıyordum. Yine de gülümsediğimi fark ettim. Hayatım boyunca bu odadan nefret etmiş, korkmuştum. Şu an olduğu gibi içinde eşyaları olmadan bile düşünemiyordum. Sanki bu odayla ilgili her şey bir bütündü. Tüm eşyalar, anılar ve acılar bir bütündü. En azından Ayas gelip beni bulana kadar… Onun bu anıyı hatırlamaktan kaçması bazen kalbimi kırıyordu. Onun için benim zihnimde geçen anların tek bir anlamı vardı; o da bana zarar verdiği için orada olduğum gerçeğiydi. Birimizin her şey için kendini affettiği an, ötekinin gerçekleştiği için kendini asla affedemediği ana dönüşmüştü. Ne olursa olsun bu anıyı sevdiğim gibi Ayas’ı da sevmeye devam edecektim. O sadece geleceğimi değiştirmemişti. Geçmişi bile etkileyecek cesareti vermişti.
Ayas’ın düşüncesinin ve anılarının odayı daha gerçek yaptığını hissediyordum. Hala bir hayaldi ancak ayağa kalkıp içinde gezinebileceğim kadar detaylı bir gerçeklikti. Batan kırmızı koltuktan sonunda kalkmayı başararak kapıya doğru yürüdüm. İşe yaramasını ummaktan başka şansım yoktu. Bulabildiğim tek mantıklı ulaşım yolu buydu, en azından o bana yenisini söyleyene kadar. Kapıyı açıp beni neyin beklediğini bilmediğim için beyaz bir ışık olarak hayal ettiğim boşluğa adım attım.
Düşme hissi beni bedenimden kopararak ışığa çekmişti sanki. Kitaplığa yasladığım başımın yavaşça omzuma düştüğünü hissettim. Neyse ki dengem büsbütün bozulup devrilmemiştim. Ya da belki devrilmiştim, emin olamıyordum. Çünkü bedenimle olan bağımı hissetsem de onu kontrol edemiyordum. Bu artık benim kafamda kurduğum bir hayal değildi. Nisan’ın anlattıklarıyla, gördüğüm heykellerle bile karşımda duran Arya’yı bu kadar iyi hayal ediyor olmam imkânsızdı.
Ne düşünmem gerektiğine emin olamayarak nefesimi tuttum. Ucu bucağı görünmeyen çimenlerin üzerinde boylu boyunca yatıyordum. Benimkilere çok benzeyen bakır saçların çevrelediği gülümseyen bir yüz hemen yanı başımda dikiliyordu. Bana yardım etmek için uzattığı eline arkadaki ağaçların arasından süzülen rüzgâr dolanıyordu.
İşte buradayım, diye düşündüm. Nisan’ın defalarca anlattığı Arya’nın benim zifiri karanlık zihnimdeki küçük vahasındaydım. Bana benzemesinden, beni yakalamasından ya da daha kötüsü ben olmasından korktuğum kadının ayağına gelmiştim. Hayatımın büyük bir çoğunluğunu ona hayran olarak, küçük bir kısmınıysa korkarak geçirmiştim. Şimdi karşımdaydı. Nasıl yaptığımı ya da yaptığını bilemesem de karşımdaydı.
“ Ne hissettiğini biliyorum Tara. Buna rağmen beni bulmayı denediğin için teşekkür ederim.” Uzanıp elimi ellerinin arasına aldı. “ Benden korkma lütfen.Senin yanında senin istemediğin herhangi bir şeyi yapacak gücüm yok.” Beni kaldırmasına izin verdim. Elleri de sözleri kadar nazikti. Söyledikleri doğru muydu, beni kontrol edebilir miydi bilmiyordum ama yapabiliyor olsaydı da eline geçen hiçbir şansı kullanmamıştı.
“ Ben… Gerçekten çok heyecanlıyım. Daha önce benimle iletişime geçecek kadar güçlü biri hiç olmamıştı.” O an ne hissettiğini bildiğimi fark ettim. Yani, gerçek anlamda biliyordum. Sanki iki kalbim ve zihnim varmış gibi birbirinden farklı şeyleri aynı anda yaşıyordum. Ona ve bana ait olan nehirler birbirine karışmadan yan yana kıvrılıyordu.
“ Bunun işe yarayacağını bilmiyordum. Sadece seninle konuşmayı denemek istedim.” dedim beni kibarca ağaçlık alana doğru yönlendirirken.
“ Ve işe yaradı da. Ben senin kafandaki biraz karışık bir düşünceden ibaretim. Kâhin olarak görebileceğin tek rüya gibi düşünebilirsin. Zaten sana ait olan zihne giriş için izne değil sadece odaklanmaya ihtiyacın var. Ayrıca kapıyı ardındakileri bilmediğin halde kullanma şeklini sevdim. O oda senin karanlık zihninle benim ormanım arasındaki tampon bölge. İstediğin zaman bu yolla beni görmeye gelebilirsin.” Kontrollü bir heyecanla durmaksızın konuşuyordu. Attığım her adımda dehşetle hayranlık arasında gidip geliyordum. Beynimin içinde manyak güzel bir orman vardı! Şimdilik bu sıfat tamlamamı benim hakkımda yanlış düşünmesini istemediğim için Arya’dan saklama ihtiyacı duysam da aklıma başka tanımlama gelmiyordu. Bu işin hayranlık kısmıydı, dehşet kısmıysa Nisan’ın burayı tanımlamadaki yeteneklerine bir övgüydü. Ağaçları, salıncağı, güneşin ışık oyunlarını ve hatta Arya’yı o kadar iyi anlatmıştı ki gördüğüm her şeyin üzerinde onun kelimelerinin asılı kaldığını hissediyordum.
“ O zaman odamın normalde bomboş olan zihnimde asılı kalmasının sebebi sensin. Sana ulaşabilmem için.” Eliyle salıncağı mı yoksa küçük masayı mı tercih edeceğimi sorunca salıncağı işaret ettim. Gülümseyerek hala tutmakta olduğu elimi sıktı. Beynimin yaratmak için o odayı seçmesi sürpriz değildi. Hayatta uzun zaman daha ayrıntılı bildiğim hiçbir şey olmamıştı. “ Bir dakika,” dedim oturduğumuzda. Sanki ne soracağımı anlamış gibi ışıltılı gülümsemesi hafif de olsa soldu. “ Ayas zihnime girdiğinde de ben o tampon bölgede miydim?” Gözlerini kapatarak evet anlamında başını salladı. Bana tokat atsa ya da filmlerdeki gibi bir bardak suyu yüzüme boşaltsa ancak bu kadar etkili olabilirdi. Açık kalmış ağzımdan bir iki anlamsız ses çıktıktan sonra kelime dağarcığıma yeniden erişim sağlayabildim. “ Yani kapıyı açıp çıksaydık seni ve Nisan’ı görebilir miydik? Ayas tüm bu zaman boyunca kardeşine bir kapı kadar mı uzaktaydı?” Bunu ona söylesem zaten kendini affedemediği o anının içinde kahrolurdu. “ Neden bir şey söylemedin?!” Elimde olmadan sesim biraz yüksek çıkmıştı.
“ Nisan’ı hayatta tutmak dışında yapabileceğim hiçbir şey yoktu Tara. Sana söylediklerimde samimiydim. Sen olmadan ben bir hiçim. Ancak sen izin verirsen seninle iletişim kurabilirim. Varlığımdan habersizken elim kolum tamamen bağlıydı.” Üzerinde durmamam gerektiğini biliyordum ama hakkında konuşmasam bile bunu sindirmem biraz zaman alacaktı.
“ Eğer ki Nisan’ın söylediği gibi benim gözlerimden her şeyi görebiliyorsan…”
“ Sadece önemli olabilecek olayları izliyorum. Bazen de sıradan günleri. Gerçekten özel olan zamanlarda televizyonu kapatıyorum seni temin ederim.” dedi Arya telaşla. O özür diler gibi bakarken ben sırıtıyordum. Hemen savunmaya geçmesi ve hayatımdan bir televizyon şovu olarak bahsetmesi… Ah, bu kadın kesinlikle benim kafamın içinde yaşıyordu.
“ Tamam, kapatman gerektiği anda kapatacağına güveniyorum.” dedim gülerek. “ Ama eminim şu an neden burada olacağımı bilecek kadar izlemişsindir.” Nisan onu daha iyi anlamam için Arya’nın her yeni bedende insanları sevdiğini ve sonra kendisi de ölünceye dek onları tekrar kaybettiğini anlatmıştı. Hilal’in ölümünün onu ne kadar etkilediğini merak ettim. Çünkü o burada yapayalnızdı. Ben bile onu bu güne kadar yalnız bırakmıştım.
“ Benim bile gerçekleştiği ana kadar varlığından emin olamadığım kanunların hüküm sürdüğü bir evren burası Tara.” Elini elimden çekmiş beyaz elbisenin kıvrımlarıyla oynuyordu. Gözleri ufuk çizginin ardındakileri görebiliyormuş gibi uzaklara dalmıştı. “ Buna üçler kanunu denir.” Dönüp bana baktı. “ Ruh ve zaman her şeyin üzerine kurulduğu nasıl yaratıldıklarını ve nasıl sonlanacaklarını bilmediğimiz iki kavramdır. İkisi de teoride üçmeşaleyle temsil edilir.” Parmağıyla havaya tabanı aşağı gelecek şekilde bir üçgen çizdi. “ Dengeyi korumak için üç kişi. Söz konusu ruh olduğunda bu insanlara Ay Işığı denir. Sen, Nisan ve Aiden. Esasında zamanı da kontrol eden üç kişi dengeyi sağlar.” Az önce çizdiği üçgenin içine bu sefer tabanı yukarı bakacak şekilde başka bir üçgen ekledi. “ Adam yani Walker, Aislin ve yine Nisan.” Ardında hiçbir iz bırakmamış olmasına rağmen orada asılı kaldığını hissettiğim iç içe geçmiş üçgenlere baktım. “ Pek çok kültürde pek çok anlamı olan bir sembol… Bizim içinse koruyucu demek. Ancak şu an olduğu gibi bu sembolün geçersiz sayıldığı durumlar da var. Çünkü altı rol, beş meşale var. Yani, iki üçgenin de bir köşesi kesişiyor.” Bu sefer havaya kum saatini andıran uçlarından birleşmiş iki üçgen çizdi. “ İki üçgen tamamen kesişemez. Sadece bir en fazla iki köşeleri ortak olabilir. Aksi takdirde zaman ve ruh arasında bir dengeden bahsedemezsin. Esas sorun bu olmasa da şunu anlamalısın ki birinin hem ruh hem zaman koruyucusu olması milyonda bir olasılıktır. Bin yıldan fazla zamandır yaşayan ben, daha önce buna tanık olmamıştım.” En azından artık Walker’ın kafasında Arya olmamasına rağmen neden Nisan’ın üstüne titrediğini, onu korumaya çalıştığını biliyordum. “ Ay Işığı olarak senin silahın ruh alevi. Senin yarattığın alevi sadece sen yok edebilirsin. Diğerleri bile seni ancak durdurabilir ama senin yarattığını yok edemezler. Zaman koruyucuların yetenekleri her kişide ve her nesilde farklılık gösterir. Adam kendi bedenindeki zamanla oynayabilir, Aislin bir hafta kısıtlamasıyla geleceğe ve geçmişe tanık olabilir, Nisan’sa gücü oranında zamanı kontrol edebilir. Zaten onun yeteneğinin bu kadar kapsamlı ve güçlü olmasının sebebi de aynı zamanda Ay Işığı olmasından gelir. Yine de onun bile kadir olamayacağı şeyler var.
Aislin arayıp Hilal’i uyardığında kendi yeteneğini kullanarak zamana müdahale etti. Geleceği değiştirdi ve bunun yarattığı sonuçlar katidir. Aislin’in etkilediği bir olayı Nisan’ın değiştirmeye gücü yoktur. Alevi sadece yaratan yok edebilir. Bir savaş esnasında başka alev ona karşı gelebilir ama asla birbirlerini yok edemezler. Aislin gücü sadece tanık olmakla sınırlı. Nisan gibi değiştirme gücü yok. Bu durumda ikisi de çaresizdi.” Tam hafiften kabuk bağlamaya başlamışken yaramı hunharca kaşımışım gibi hissediyordum. Pis kan oluk olukkimse görmesin diye içeri doğru akıyordu.
“ Eğer…” Konuşabilmek için yutkunup derin bir nefes aldım. “ Eğer Hilal oraya gitmeseydi ve Aislin’in gördüğü gibi Kuzey… Kuzey ölmüş olsaydı Nisan onu zamanı geri alarak kurtarabilir miydi?” Bunu düşündüğüm için içimde bir yerde her zaman kendimden nefret edecektim ama bilmek zorundaydım.
“ Evet. Aislin müdahale etmeseydi Kuzey kurtarılabilirdi.”
Hiçbirimiz bunu bilmiyorduk. Arya bile gerçekleşene kadar bunun olabileceğinden emin değildi. Aislin ne yapabilirdi ki? Onun haftalık kontrol yapmasını kararlaştıran bizdik. Kuzey’in öleceğini bilsem elim kolum bağlı oturup bekleyebilir miydim ki? Hiçbir suçu yokken ona böylesine kızmak için ne sebebim vardı ki?
“ Kurtaramayacağım arkadaşım yerine kurtarılabilir olanın ölmesini istemek beni ne kadar aşağılık bir insan yapar?” Kuruduğunu sandığım gözlerimden bir damla yaş süzüldü. Sadece bir damla, fazlası değil. Bunu diğerlerine nasıl söyleyecektim? Kuzey’in karşısına geçip eğer ölen sen olsaydın şimdi ikiniz de hayatta olabilirdiniz diyemezdim. Hele Arda… Bizi görmeye bile dayanamayan, kapandığı odasında hayatının kalanından kaçarak yaşayan Arda… Ona eğer en yakın arkadaşın ölseydi sevdiğin kızı kurtarabilirdik mi diyecektim?
“ Bu seni sadece insan yapar.” Arya’nın bana sarılarak doldurduğu sessizlikte kafamdan yüzlerce senaryo geçti. Hepsi bir öncekinden daha karanlık olmasına rağmen zihnimde ışık saçıyorlardı.
Arya’nın yanından ayrıldığımda sersem gibiydim. Hilal’le, Walker’la ve hayaletlerle ilgili öğrendiğim onca şey hortum gibi etrafımda dönüp duruyordu. İlk bakışta kolay gibi görünen her şey nasıl sorusunun karşısında labirente dönüşüyordu. Arya bana cevaplar, yeni sorular ama en önemlisi fikirlerimi gerçekleştirmemi sağlayacak kadar cesaret vermişti. Kütüphanenin kapılarını ardına kadar açıp çıkarken yapmak üzere olduğum şey hiç bu kadar doğru hissettirmemişti.
Bu gece dolunay vardı. Hala geleneklerine bir nebze olsun sahip çıkan seçilmişler varsa ritüel için olmasa bile Arya’ya olan saygılarından ötürü buraya geleceklerdi. Gelmeseler kaç yazardı? Ben bundan sonra her yerde olacaktım.
Koridorda beni gören ilk seçilmiş çiviye basmış gibi zıplayarak solundaki duvara yapıştı. Dönüp hiç de yabancı gelmeyen simasına baktım. İrileşmiş gözleri, boğazına giden beyaz eli beni tanıdığını ele veriyordu. Gözlerimi gözlerine dikmek için kendime yalnızca bir saniye tanıdım. Nasılsa amacım onu korkutmak olmasa da korkacaktı. Hiçbirine bakmaktan çekinmeyecektim ama gülümsemem de beklenemezdi. Bu insanlar beni reddetmiş; yaşadığım, başkalarına yaşattığım tüm o korkunç anların altına imzalarını atmışlardı. Şimdi kararlarını sorgulama zamanları gelmişti. Ben hala hayattaydım. Arya kozunu kullanmayacaktım, hayır… Beni ben olduğum için, Tara olduğum için kabul etmelerini sağlayacaktım. İntikam değil, beni deliğe tıktıran sözde gururlarını ellerinden alacaktım. Bana göstermedikleri merhamet onlar için de olmayacaktı. Ancak bağışlanmak için buna ihtiyaçları yoktu. Affedebilirdim, Walker’ı bile kim olduğunu öğrenmeden önce affetmiştim. Her şeyin ardından seçilmişlerin hala affa değer olup olmadığını öğrenmeliydim.
Batmış güneşin yerini lacivert geceye bıraktığı üstü tamamen açık taş sunağa doğru girerken koridorda birkaç seçilmişe daha ufak çapta kalp krizi geçirttim. Tepkileri beni ateşleyen bir güç gibiydi. Alanda, tam karşımda olmasını umduğum kişi, Ana ismindeki benim yerime geçmeye çalışan yaşlı kadın vardı. Diğerlerinden saklamaya çalıştığı korku, benim için sıvı formda gözlerinden akıp yavaşça bedenini kaplıyordu. Geleceğimi düşünmemişti. Kimse bir gün istenmeyen kızın döneceğini düşünmemişti.
Hepsinin yüzüne es geçmeden tek tek bakarak ortadaki boş ızgaraya yöneldim. Parmağımı bile kıpırdatmadan sadece bakışlarımı aşağı indirmemle mavi alevler ızgarayı kaplayarak krater gibi ağzı açık kayalıkların bile boyunu aştı. Benimle Ana arasında herkesin ne anlama geldiğini bildiği devasa bir duvar oluşturmuştu. Bununla yetinmeyerek alevlerin içinden geçip Ana’ya doğru yürüdüm. Herkesin es kaza alevleri çağırabilse de kontrol edemeyen o küçük kızla karşılarında duran kişinin farkını görmelerini, hatalarını anlamalarını istiyordum.
“ Eğer ki hala kendinize seçilmiş demeye diliniz varıyorsa, beni de ardımdaki alevleri de tanırsınız.” dedim gür ve kendinden emin bir sesle. Kimse çıt çıkarmaya bile cesaret edemiyordu. “ Yakmak üzere olduğum diğer on tapınağın alevlerinin ne anlama geldiğini de bilirsiniz.” İşte şimdi hepsi kelimenin tam anlamıyla dehşete düşmüştü. Alevlerimin yeni bir nabız gibi tenimde attığını hissediyordum. Sanki bana itaat etmekten hiç bu kadar keyif almamış gibi gürüldüyordu. “ Ne olduğunuzu, ne olduğumuzu iyi düşünün. Gözlerinize indirilen perdeleri yakın. Yoksa onlar sizi yakacaklar. Kim olduğunu unutanlar ya da size unutturanlar olabilir ama ben kim olduğumu bilirim. Ben seçilmişlerin Ay Işığıyım. Bana bunu her kim ki unutturmaya çalışırsa, kim ki yokluğumdan yararlanıp tapınakları kirletmeye kalkarsa; ruhu boğuluncaya dek onu yakarım.”
Bir cevap beklemeden vadettiğim gibi diğer tapınakların alevlerini yakmak üzere oradan ayrıldım. Çağırımı büyük bir coşkuyla kabul eden mavi alev beni sarmalayarak gökyüzüne yükseltti.
Bütün tapınaklarda ritüel olmadığı halde alevlerin yanması seçilmişler için unutulmayacak bir anlamı vardır. Alevler Ay Işığı burada demektir. Burada ve sizi yanına çağırıyor…
Ay Işığı burada ve savaşa hazır…
Comments