-13-
Kuzey
Edmund’la kimseye yakalanmak umurumuzda değilmişçesine açıklıkta dikiliyorduk. Yansımalarımız hemen solumuzdaki gölde rüzgârla titreşiyordu. Etrafımızı saran sıra dağlar cüsseli yeşil devlermiş de bize yukarıdan bakıyorlarmış gibi küçük ve çaresiz hissediyordum kendimi. Belki çok gergin olduğumdan belki de tam tersi çok umursamaz olduğumdan Edmund gibi çevreme hayran hayran bakamıyordum. Evet, nefes kesici bir manzaraydı. Uzaktan bakınca kabarmış, fırtınalı bir deniz gibiydi dağlar. Sizi vücudunuza bağlı her şeyi ayrı ayrı hissetmeye zorlayan keskin soğuk rüzgâr bu dağları okşarcasına uğulduyordu.
Orada o kadar uzun kaldık ki kendimi kök salmış bir ağaç gibi hissediyordum. Eğilen çimenleri, rüzgârın şekil bulmuş hali gibi duran kayaları, gölün titrek suyunu, içinde yüzen balıkları, tek bir parçayken güneşin yarattığı patlamayla etrafına gelişi güzel dağılmış gibi duran bulutları, ayaklarıma dolanan ince sis tabakasını ve bütün bunları içine alan ıslak havayı… Hepsinin en ufak hareketini zihnimdeki kıpırtılar olarak hissediyordum. Sanki sadece bu hislerden oluşuyordum. Bundan kaçmaya en çok ihtiyacım olduğu anlarda hislerimi neredeyse tadabiliyordum.
Kimsenin girip içinden benim için bir şeyler silemeyeceği lanetlenmiş bir zihinle doğmuştum. Kimsenin yok edemeyeceği acıyı tadabilecek kadar hissedebilen bir zihin… Edmund beni buraya bu tadı yok etmek için getirdiyse başarısız olacaktı. Ne yeni yıkanmış çimenler ne ayaklarımı ve başımın metrelerce üstünü kaplayan bulutlar ne de karşımızdaki dağın içine ve altına oyulmuş Walker’ın rüya şehri Agarta…
“ İsviçre gerçekten büyüleyici, eminim kar altında da çok güzeldir.” dedi Edmund yavaşça. Cevap vermedim. Nasılsa vereceğim cevap ne onu tatmin edecek ne de harekete geçmesini sağlayacaktı. Hayranlıkla alıp verdiği nefesleri buhara dönüşerek yükseliyordu. Boynuna doladığı eski püskü bej atkıyı hayranlıkla geriye savurdu. Gözlükleri sisten buğulanmıştı. Şapka takmayı kesinlikle reddettiğinden saçları hafif nemliydi. Yani normal şartlarda nemli olmalıydı ama yoğuşan damlalar bunu bir hakaret olarak algıladığından mıdır nedir bilinmez Edmund’un saçlarıyla birleşmeyi reddediyordu. Kıvrımları arasında esir kalmış damlaları seçebiliyordum.
Üzerinde koyu kaşe bir pantolon-ceket takımı vardı. İsviçre’de oldukça yüksek rakımlı bir yere geleceğini bilen biri için incecik bir gömlek giymek adına fazla inat etmişti. Sanırım her zaman birilerine bulaşmasını sağlayan özgüvenin kaynağı bu gömleklerdi. Tılsımlı kaftan gibi bir şey de olabilirdi. En azından kravat takmamıştı. Bastonuyla bir örnek siyah ayakkabılarının üzerinde su damlacıkları oluşmuştu.
Henüz kış olmadığı için şanslıydık. Hava daha ılımandı. Edmund yeterli olacağını söylediği için kalın sayılabilecek bir kot pantolon, siyah bir tişört üzerine keten bir gömlek ve kapüşonlu bir hırka giymiştim. Zaman içerisinde katlı giyinmenin duruma daha iyi adapte olmayı ve bıçakları gizlemek için daha çok mekân yarattığını fark etmiştim. Ayağımda sağlam spor ayakkabılar, sırtımda çok ağır olmayan bir çanta vardı. Ters bir durumda Edmund’dan daha hızlı kaçabileceğim gerçekti.Zaten gelmeden önce o tarz bir anda sadece kendimi düşünüp kaçmamı söylemişti. Edmund’u çok sevdiğimden değildi tabi ama geride birilerini bırakmak bana doğru gelmiyordu. Bir sonrakinde geride kalanın kendiniz olabileceğini düşününce yanınızdakine daha çok bağlanıyordunuz.
Saçlarımı korumak için neredeyse gözlerime kadar çektiğim kapüşonumu düzelterek dağın tepesinde tren beklermiş gibi duran Edmund’a döndüm.
“ Ee, plan ne? Nasıl gireceğiz?” diye sordum. Edmund bu soruyu bekliyormuş gibi gülümsedi.
“ Tabi ki ön kapıdan.” Şaka yapıp yapmadığını anlamak için ona döndüm ama tabi ki de ciddiydi. “ Burası yetenekliler için yapılmış; toplum için, yönetim birimlerini oluşturmak için değil. Ben hırsızım, sen kâhinsin. Bizi içeri almamaları için ortada hiçbir sebep görmüyorum.” Gerçekten ön kapıdan, artık kapısı var mıydı onu da bilemiyordum ama, öylece girecektik.
“ Yine de kapıda mutlaka birileri vardır.” dedim. Edmund yerinde yaylanarak başıyla onayladı.
“ Burada işin anahtarı, yalan söylememek. Sadece gerektiği kadarını söyleyeceğiz. Böylece seçilmişler ve kâhinler bizden şüphelenmeyecekler. Kâhinlik yetenekleriyle Agarta’yı bulmuş ilk ikili olmayacağımızdan emin olabilirsin. Kaynaklarım sağlamdır, bizi içeri alacaklar.” Pes ederek zihnime yansıyan haritaya göre Edmund’u onun ön kapı olarak tabir ettiği girişe götürdüm.
Ne aradığını bilmeyen bir gözden kolayca kaçabilecek iki kayanın arasına gizlenmiş merdivenin başlangıcını bulmak kolaydı. Zor olan sonunu getirebilmekti. Arazinin içinde büyük çukurun içinden dolanarak döne döne inen kayalıklardan oyulmuş merdiven bitmek bilmiyordu. Üzerini kaplayan bitkiler bana Walker’ın bu şehri ne zaman inşa ettiğini sorgulatıyordu. İlk iki yüz basamaktan sonra sayıyı kaçırdığım için kalan kısmı sadece fazla olarak nitelendirebiliyordum. Derin çukurun içindeki devasa ağacın dalları artık üzerimizi kapatıyordu. Bu garipti, yukarısı inanılmaz yeşil olmasına rağmen hiç ağaç görmemiştim. Bu ağaçsa el ele tutuşmuş on kişinin gövdesini saramayacağı kadar kocamandı. İlk inmeye başladığımızda onun sadece çalı olduğunu sanmıştım. Sık yapraklarından dalları ve gövdesi görünmüyordu. Dolayısıyla çukurun göründüğünden çok daha derin olduğu gerçeğini gizliyordu.
Edmund’un bastonu ve benim spor ayakkabılarım dışında neredeyse hiç ses yoktu. Rüzgar sanki bizimle birlikte merdivenleri iniyormuş gibi kıvrıla kıvrıla esiyordu. Sonunda kendimi kayıp şehrin kâşifi olarak hissetmeme neden olacak sarmaşıkların çevrelediği genişçe yarığın önüne gelince basamaklar sona erdi.
İçerisi zifiri karanlıktı. Kesinlikle bir yabancının girmek isteyeceği türden bir yer değildi.
“ Ah, zekice.” dedi Edmund etkilenmiş bakışlarını karanlığın içinde dolaştırırken. “ Işığa yalnız insanlar ihtiyaç duyarlar. Kâhinler hissedebilir, hırsızlarsa ruhlarıyla yolu aydınlatabilir.” Kendimi gergin hissediyordum. Anılarımdaki temel benzerlikler bile beni rahatsız ediyordu. En son bir dağın içine girdiğimde sonu kimse için iyi bitmemişti.
“ Ruhunu hiçliğin ortasına atmak şu an iyi bir fikir gibi görünmüyor.” dedim. El feneri kullanmak daha içeri girmeden kapı dışarı edilmek istemiyorsak seçenekler arasında dahi olamazdı. Gözlerimi kapatıp içeriyi hissetmeye çalıştım. Çok çabuk bir şekilde kafamda gerçek bir görüntü oluşmasını beklemiyordum. Böylesine büyük bir alan için genelde odaklanmam gerekirdi ama sanki içerisi tepsi içinde önüme sunulmuş gibi hissediyordum.
Öyle yoğundu ki tüm canlılığıyla içerideki renkleri bile algılayabiliyordum. Bunu bir süre önce fark etmiştim. Hilal’in ardından yeteneklerim çektiğim acıyı katlamak istercesine gelişiyordu. Gözlerimi kapatsam bile soluk renkleri, gerçek köşeli şekilleri ayırt eder olmuştum. Hiçbir zaman burada olduğu kadar canlı olmamıştı. Evet, her şeyin kendine has farklı frekanslı bir enerjisi vardı. Yani mantık dışı bir durum olmamalıydı. Ama bu… Bu çok kesin ve detaylıydı. Belki de bana öyle geliyordu. Sonuçta içeriyi buraya gelen her kâhinin görmesi gerekiyordu. Kendimi yüceltmeye çalışmıyordum ama ortalama bir kâhinin çok üstünde olduğumu da biliyordum.
“ Pekâlâ, biraz ileride ön kapı beklentini karşılayacak bir giriş var. Üç tane de şey var… Şey…” Ne diyeceğimden emin olamadığım için durakladım. Muhafız? Gardiyan? Koruma? Güvenlik?
“ Gel biz onlara bekçi diyelim.” dedi Edmund elini omzuma yerleştirerek. Kaşlarımı kaldırarak ona baktım. “ Ne var? Niteliği karşılayan bir kelime, bence şahane. Aynı sözcükler arasında dönüp durmaktan iyidir.” Tartışmaya girmeden omuzlarımı silkmekle yetindim.
“ Bir hırsız, bir seçilmiş, biri de kâhin.” dedim kendimden emin bir şekilde. Edmund etkilenmişti. Onun bu konuda espri yapmasına izin vermeden zifiri karanlığa doğru ilk adımı attım. Tabi öncesinde elini asla tutmayacağımı belirttim. Bu yüzden homurdanarak ana sınıfı çocuğu gibi beni çantamdan tutarak takip etmek zorunda kalmıştı.
Bastonuyla ne hızda yürüyebildiğinden emin olmadığım için çok acele etmiyordum. Zaten geniş bir galeri olmasına karşın yürünecek fazla yol da yoktu. Birkaç adım sonra yoktan peydahlanan alevler meşalelerin ucunda belirerek karanlığı yırttı.
İki yanımızda kayadan surlar yükseliyor tam karşımızda işçiliğiyle akıllara durgunluk verecek kayadan oyulmuş gibi duran kapı azametle parlıyordu. Her ayrıntının karanlıkta gördüğümle bire bir olması beni dehşete düşürmüştü. İki yandaki surlarda biri hırsız biri seçilmiş olan iri yarı iki adam dikiliyordu. İki surun kapının üstünden birbirine bağlandığı balkon tarzı çıkıntıdaysa kısacık kesilmiş siyah saçlarının yüzünü daha da ortaya çıkarttığı çatık kaşlı kâhin bir kız vardı. Görünüşlerinden sadece seçilmişin kırklarında olabilecek kadar büyük olduğunu tahmin ediyordum. Hırsız çocukla, kâhin kız aşağı yukarı benimle aynı yaştalardı. Turuncu alevler hem onları hem de ön kapıyı tehdit algısı yaratacak açılardan aydınlatıyordu.
“ Bir kâhin ve bir hırsız.” dedi kız daha çok diğer iki arkadaşına hitaben. İngilizce konuşsa da aksanının nereye ait olduğunu anlayamamıştım. Sesi görünüşünün verdiği sert ama kadınsı izlenimi doğrular nitelikteydi. “ Neden buradasınız?”
“ Çünkü buraya aitiz.” dedi Edmund kibarca. Bir an olsun duraklamamış ne diyeceğini tartmamıştı. Konuşma işini ona bırakmak en iyisiydi. Görünüşüm soğukkanlı olsa da ellerimin terlemeye başladığını hissediyordum. Muhtemelen sorun çıkmayacaktı. Yine de Aislin’in burada olup bizim için kontrol etmesine hayır demezdim. Neyse ki Aislin’in düşüncesi bana yeniden Hilal’i getirmeden kız devam etti.
“ İsimleriniz? Nereden geldiniz?” dedi kaşlarını kaldırıp gözlerini kısarak. Belli ki burası hakkında bilgi sahibi olduğumuzu anlamıştı.
“ Ben Ed, yanımdaki arkadaşımsa North. Londra’dan geliyoruz.” Ağlamak istedim. Gerçekten katıla katıla güldükten sonra aslında ortada hiç komik bir şey olmadığını fark ederek ağlama krizine girmek istedim. Yalan söylediğimiz anda seçilmiş adam ya da amazon-kâhin kız bizi kapının önüne paspas yapardı. Yine de kendimi dünyanın en kötü tanık koruma programında gibi hissediyordum. Evet, o Ed-mund’du ve evet ben North’tum. Üstelik buraya gelmeden önce Londra merkezindeydik. Edmund’un beni neden oraya çağırdığını bilmiyordum ama Dominic North’u karada ve ayık görmek enteresan bir deneyim olmuştu. Tek bir yalan dahi yoktu. Neyse ki kız benim adımı bir çeşit lakap olarak alıp üzerinde durmamıştı.
“ Enteresan bir arkadaşlık.” dedi şüphelenmiş gibi. O an tüm konuşma yetkisi kızda mı diye merak ettim. “ Burayı North mu buldu?” İsme karşılık herhangi bir tepki vermemek için yanağımı ısırdım ve başımı sallamakla yetindim. “ Ne o? Dilini mi yuttun North?” İngiliz aksanıyla konuşamayacağımı biliyordum. Ağzımı açarsam Londra’da ne aradığımı ve esasen nereli olduğumu sorabilirdi.
“ Ah North zor dönemlerden geçiyor. Artık çok sık konuşmuyor, pek yemek de yemiyor. Sadece hissediyor. Onu mazur görün. Kâhinlerin hayatları zordur bilirsiniz… Hele size çok yakın birini daha yeni kaybetmişken.” Kızın gerili kasları bir anda Edmund’un söylediği her şeyi ne kadar iyi bildiğini göstererek gevşedi. Hangi tarafta olduğumuzun ne anlamı vardı? Hepimiz birilerini kaybediyorduk işte.
Amacım Edmund’un ne yazık ki yalan olmayan hikâyesini desteklemek olmasa da bakışlarımı yere indirmiştim. Kızın anlayışını da acımasını da görmek istemiyordum. Her kimi kaybettiyse muhtemelen onun yerine onun yüzünden ölmemişti. O yüzden empati söz konusu değildi. “ Agarta hepimize yeni bir hayat vadediyordu. Biz de yeni bir başlangıç yapmak istiyoruz.” dedi Edmund. Bir kez daha, yalan değildi. Sadece bu şekilde de değildi.
“ Agarta ona gelen her yetenekliyi kucaklar.” dedi seçilmiş adam.
“ Dışarıda tekiz ama içeride beraberiz.” Bu sefer hırsız olan çocuk konuşmuştu.
“ Ve içimizde dünyaya bedeliz.” Kâhin kız ezberlenmiş bir replik, bir slogan gibi duran sözleri bitirdi. Onun bitirmesiyle birlikte ağır kapı gürültüyle dışarı doğru açılmaya başladı.
Oluşan hava akımıyla alevler titreşiyordu. Uzun zamandır hissetmediğim bir duygunun, heyecanın ya da merakın tadını alıyordum. Kapı kendisinden beklemeyeceğim kadar hızlı ama bir o kadar da gürültülüydü. Sanki yeni birilerinin geldiğini herkese haber veriyordu.
“ İçeri gelin.” dedi kâhin. Bir anlığına bekçilere bakınca hepsinin aşağı inmiş olduğunu fark ettim.
İkisi önde biri arkada olmak üzere üç devasa kolonla taşınan gerçekten bir şehir kadar geniş mağaraya baktım. Şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Tavanı belki de elli katlı bir gökdelenin sığabileceği kadar yüksekti. Şehrin merkezinde tepede uzun süre bakmanıza gözlerinizin dayanamayacağı parıldayan bir ışık kaynağı vardı. Verdiği his ve görüntüsü güneşi o kadar andırıyordu ki asılı olduğu kayaları görmesem yeniden dışarıya çıktığımızı sanırdım. Yerin bu kadar altında bitkilerin nasıl yetiştirdiklerini bilemiyordum ama sanırım sahte güneşlerinden yardım alıyorlardı. Çünkü patika tarzı yollar dışında kalan alanlar yeryüzü merdivenlerden kıvrılarak peşimizden buraya gelmiş gibi yemyeşildi. Aslında dağın galeriyi taşımak için oyulmadan bırakılmış kayaları olan üç devasa kolon sarmaşıklarla çepeçevre sarılmıştı. Nispeten yakın kalan iki kolondaki farklı şekil ve büyüklükteki elipsi andıran pencereleri seçebiliyordum. Tüm şehri ayakta tutan dev ağaçlara benziyorlardı. Her ne amaçla kullanılıyorlarsa bu üç kolon hem birbirlerine hem de biri bu kapı olmak üzere şehrin dört bir yanındaki sur benzeri oyulmuş yapılara asma köprülerle bağlanıyordu. Görebildiğim diğer iki surda bizim girdiğimizin yavrusu sayılabilecek boyutta küçük kapılar vardı. Asma köprüler minimum düzeyde tutulmuş çelik halatlarla kolonlara bağlanıyordu. Kimi yerde zemine ulaşımı sağlayan rampa ve merdivenlere dönüştükleri için basılan zeminin ahşaptan yapıldığını görebiliyordum. Kapının hemen iki tarafından başlayıp kıvrılarak yükselen ve ileride birleşerek tek bir yola dönüşen rampalar Avrupa tarzı saraylardaki merdivenleri anımsatıyordu.
Kâhin kızın peşinden bu rampalardan birine çıkarken içeriyi dolaşan rüzgarı hissedebiliyordum. Hatta kulağıma henüz göremediğim bir suyun yüksekten zemine düşerken çıkarttığı ferahlatıcı ses çalınıyordu.Yukarı çıktıkça çevreyi daha net görebiliyordum ve aslında şu ana dek gördüklerimin devede kulak kaldığını anlıyordum. Yüksekteki bu ulaşım ağı her nasıl tasarlandıysa aşağıdaki tarım alanları ve evlerin ihtiyacı olan güneş ışığını kesmiyordu. Bellerine kadar gelen yeşilliklerin arasında yürüyen insanlar kafalarını kaldırıp bize bakma ihtiyacı bile görmüyorlardı. Toprağın şekil alıp boşluğun üzerine kapanmış gibi durduğu aslında tıpkı üzerinde yürüdüğümüz rampa gibi ahşap-çelik karma yapılmış metro girişlerini andıran iskelet sistemler daha alt katmanlara inen rampaların tavan boşluğunu kapatarak dikkatsiz insanların düşmesini önlüyordu. Sanırım organik olarak tanımlanabilecek biçimdeki binaların her biri diğerlerinden farklıydı. Bazıları tombik yer cücelerine benzerken bazıları ince uzun kuleleri andırıyordu. İçerisi bana ciddi anlamda Kapadokya’yı hatırlatmıştı. Çok, çok daha yeşil olanını. Edmund sağ olsun sadece bulunduğumuz ülke sınırlarını biliyordum. Dağın özelliklerine dair hiçbir fikrim yoktu. Kızın bize etrafı tanıtmak için konuşmaya başladığını bile çok sonra fark ettim. Etrafıma öylesine dalıp gitmiştim ki Edmund’un bastonunu ayağıma indirmesi gerekmişti.
“ Nasıl?” deyiverdi Edmund birden. “ Burası nasıl bu kadar kısa sürede yapılabilir?” Sanki ne düşündüğümü anlamış, North konuşmaz olayını bozmamdan korkarak atlamıştı. Kız duraksamadan yürümeye devam ederken arkasını dönüp gülümsedi.
“ Buraya ilk gelenlerin en büyük yanılgısı da budur Ed. Burası yüzyıllarca yetenekli atalarımız tarafından yavaş yavaş inşa edilmiş. Tabi ki lider Walker öncülüğünde.” Birincisi, Walker’ın kaç yaşında olduğunu biliyorlardı. İkincisi, demek Walker iş yeri dışında efendim yerine lideri tercih eden tam bir toplum adamıydı. İsmini duymak ya da sadece düşünmek bile ensemde korkunç bir ağrıya sebep oluyordu. Dolayısıyla hem zorunlu olarak hem de isteyerek sohbet işini Edmund’a bıraktım.
İsminin Tina olduğunu öğrendiğimiz kâhin kız bizi bütün yönetim işlerinin yapıldığı sarmaşıklı kolona götürdü. Kendi aralarında bunlara ağaç ev dediklerinden ve her birinin ayrı bir işlevi olduğundan bahsetmişti. Şu an içine girdiğimiz Doğu eviydi ve yönetimle ilgili her şey buradaydı. Bir nevi şehrin belediye binasıydı. Ana girişe yakın olan bir diğer ağaç ev Batı eviydi. Tina’nın söylemekte hiç mahsur görmediği üzere askeri eğitim ve yönetim üssüydü. Yeni gelenler burada yeteneklerini keşfedebilirdi. İsterlerse ileri düzeyde eğitimlerine devam edebiliyorlardı ama başlangıç seviyesi herkes için zorunluydu. Benim açımdan burası bir okul olmalıydı. Tina’nın Batı evinden garnizon gibi bahsetmesi Walker’ın olaya hangi açıdan baktığını çok net ortaya koyuyordu. Yine de bunu fark eden tek kişi olup olmadığımı merak ediyordum.
Bize uzakta kalan son ağaç evse ilaç, yiyecek ve malzeme deposu olarak kullanılan Kutup evi. Sanırım en uçta olması ve depo olduğu için soğuk olmasından dolayı bu ismi almıştı. Yine de organize olma şekilleri hayranlık uyandırıcıydı. Tina yirmi altı yaşındaydı ve beş yıldır burada yaşıyordu. Beş yıl! Ben daha bu dünyadan bir haberken Walker bu şehre insanları topluyordu. O halde neden kâhin olarak beni istiyordu? Beş yıldır burada olan bir kâhine ne öğretebilirdim ki? Ondan iyi olduğuma inanmıyordum.
Kayıtlarımız istediğimiz ismi seçebileceğimizden, bu da yeni hayat sloganının bir parçasıydı, Edmund yaratıcılığını konuşturdu. Ben konuşmaktan hoşlanmayan zavallı North olduğum için benim adıma da karar verme fırsatını büyük bir coşkuyla kabul etti. Kayıt yapan adamla ufak çapta bir gülme krizine girmelerinin ardından elimizdeki yarın yapmamız gereken detaylı görüşme öncesindeki geçici Agarta kimliklerimizle dışarı çıktık. Edmund Jekyll, bense Hyde olmuştum. Tina hala içerideyken fırsatı değerlendirip kulağına doğru eğildim.
“ Neden Hyde ben oluyorum?” dedim homurdanarak. Edmund elindeki şimdilik sadece isim yazan karta bayramlıklarını seyreden bir çocuk gibi bakıyordu. Gerçi onun durumunda noel hediyesini açan bir çocuk demek daha doğru olurdu.
“ Ne? Watson olmayı mı tercih ederdin? Öncelikle gerçek doktor benim ve aynaya bakarsan şu burnuna kadar çektiğin kapüşonunla kimin daha vahşi göründüğüne karar verebilirsin.” Tom ve Jerry yazdırmadığına şükrederek Tina’nın kapıda görünmesiyle yanından ayrıldım.
Aradaki asma köprüyü kullanarak Kutup evine geçtik ve ihtiyacımız olabilecek iki üç parça eşyayı aldıktan sonra başlangıç eğitimlerimizi bitirene kadar kalacağımız peri bacasına götürüldük. Aslında genel olarak hepsine oyuk deniyordu ama ben evleri peri bacalarına benzetmeden duramıyordum.
Tina bir şeyler daha geveleyip bizi yalnız bırakınca kimsenin bize başlangıç eğitimi düzeyinde olup olmadığımızı sormadığını fark ettim. Sanırım buna onlar karar veriyordu ve bizim söyleyeceğimiz şey onlar için önemli değildi. Tina’nın dediğine göre yapay güneşe rağmen yeraltında yaşamaya alışmak sancılı bir süreç olabiliyordu. Bu yüzden yeni gelen herkes ilk bir ay en üst katmanda kalıyor, sisteme her yönden adapte olabilmesi sağlanıyordu. İlk ayın ardından alt katmanlarda kendinize ait bir ev sahibi olmak, istediğinizde dış dünyaya çıkıp geri gelmek gibi ayrıcalıklarınız oluyordu. Ona göre burada kimse tutsak değildi, herkes özgürdü ama dış dünyada hayatta kalabilecek eğitimi almadan onları bırakmak tehlikeli olurdu. Sanki dış dünyada onları patlatan bir Walker varmış ya da buraya gelene kadar tüm hayatlarını orada geçirmemişler gibi… Ne tehlikesinden bahsediyordu?
Her şekilde burada o kadar uzun kalmayacaktık. Edmund’la en fazla bir hafta üzerinde anlaşmıştık. Tina’nın bizi getirdiği oyuğu ikisi hırsız biri kâhin üç kişiyle daha paylaşmak durumundaydık. En azından odamı sadece Edmund’la paylaşmak zorundaydım. Oyuk-yurt arkadaşlarımızla henüz tanışmamıştık. Tina’nın tahminlerine göre gene bir yerlerde başlarına bela açıyor olmaları muhtemeldi. Kendileri hakkındaki bilgileri vermeyi reddettikleri için kayıtları yapılamıyordu. Bu yüzden ne alt katmanlara inebiliyor ne de dışarı çıkabiliyorlardı. Oyunun ilk bölümde takılıp kalmışlardı ve onun değimiyle tam birer baş ağrısıydılar ama diğer tüm yurt oyukları dolu olduğu için, son zamanlarda gelen baş ağrıları çoğunluktaymış, bizi buraya yerleştirmek zorunda kalmıştı. Edmund da ben de bunun aslında bizi ne kadar memnun ettiğini göstermemek için endişeli bir yüz ifadesi takınmaya çalışmıştık. İstediğimiz zaten buydu. Sistemin çatlaklarını bulmak.
Edmund öğrenip gördüklerimiz üzerine bir süre kafamı şişirdikten sonra Tina’nın yapabileceğimizi söylediği üzere etrafta gezinmek için dışarı çıkmıştı. Ona katılmam için haddinden fazla ısrar etse de yüz ifademi görünce sonunda pes etmişti. Her dakika gelip, deneyimleyebileceği bir manzara değildi. Ben ondan oturup benimle içsel çöküşümü paylaşmasını beklemiyordum. O da benden sırf gelmeyi kabul ettim diye buranın tadını onunla birlikte çıkarmamı bekleyemezdi. Burası benim pişmanlığımın anıtsal boyuttaki kanıtıydı. Walker’a ve yaptıklarına duyduğum sempati Hilal’in hayatına mal olmuştu. Birinin gözlerinin açılması için korkunç bir bedeldi.
Ne kadar zaman geçtiğinden emin değildim. Oyuğun yamru yumru odaları içinde dolanmış, ev arkadaşlarımızın korkunç dağınık yatak ve dolaplarında onlara dair izler aramıştım. Enteresan konseptli otellere benziyordu. Sabit olan her şey birbiriyle uyumluydu. Daha da abartarak her şey birbiriyle bağlıydı diyebilirdim. Çünkü yapabilecekleri her şeyi kayalardan oyarak yapmışlardı. Raflar, masalar, küvet, lavabo, nişler, üzerine minder atılmış koltuk işlevi gören çıkıntılar ve hatta içine raf gibi bölmeler oyulmuş yatak bazaları. Öte yandan dışarıda olduğu gibi ahşap ve çelik, hareketli mobilyalarda kullanılarak bir uyum yakalanmaya çalışılmış ve korkunç derecede başarısız olunmuştu. Büyük ölçekte akıllıca kullanımla birbirini tamamlayan, göze batmayan ne varsa burada çığlık atıyordu. Ahşap kaplama gibi duran buzdolabı bunun en korkunç örneklerindendi. İçerideki teknolojik aletler olabildiğince saklanmaya çalışılmış, bir kez daha başarısız olunmuştu. Elektrik vardı. Vaktin ilerlemesiyle ışığı giderek turunculaşıp soluklaşan ve en sonunda yok olan yapay güneşin yokluğu tavandaki oyuklara yerleştirilmiş lambalara ihtiyacı yaratıyordu. Ortak alan ki dış kapı direk bu alana açılıyordu, küçük bir mutfak ve dinlenme alanından oluşuyordu. Bağlantıyı nasıl kurduklarını merak ettiğim bir televizyon, gerekli gereksiz bütün mutfak aletleri vardı. İkişer kişilik dört oda yumrular halinde ortak alana eklemleniyordu. Yani oyuğumuz hala tam kapasite dolu değildi.
Edmund’un nerede kaldığını merak ederken düşüncelerimden kaçmak için dolapta bulduğum kahveyi yapıp ortak alanın masasına bıraktım. Sandalyelerden birini çekerken hava tamamen karardığı halde ışığı açmadığımı fark ettim. Masanın tam tepesinde ağaç evdekilere benzer elips şeklinde bir pencere vardı. Üstünde başka hiçbir şey olmadığı ve oyuğumuz şehrin köşesinde kaldığı için içeri giren ışık her şeyi görmeme yetiyordu. İyi de güneş kapandıysa ışık nereden geliyordu?
Sandalyeye oturduğumda başımı kaldırıp tamamen güneşin terk ettiği kayalık gökyüzüne baktım. Tek kelimeyle, nefes kesiciydi. Orada olduklarını bilmesem, gözlerimle görmüş olmasam kayalıklardan oluşan bir tavan altında nefes aldığıma beni kimse inandıramazdı. Zifiri karanlığın yuttuğu yapay gökyüzü parıldayan ufak taşlarla bezenmişti. Yapay gibi durmuyordu, nefes kesecek kadar güzel ve gerçek duruyordu. Kutuplara gitmediğiniz sürece asla göremeyeceğiniz kadar çok yıldızla bezenmiş, galaksileri sayabileceğiniz aysız bir gökyüzüydü. Işıklar minicik olduğu için ne kadar çok olursa olsunlar zifiri karanlığı tüm kayalığı aydınlatacak kadar dağıtamıyordu. Işıklarının huzmeler şeklinde aşağı indiğini seçebiliyordum. Yapay bir güneş varken ay olmaması garipti. Belki fazla ışıkla bu gerçekçi gökyüzü etkisini bozmak istememişlerdi.
Ya da belki Ay Işığı, burada istenmeyen bir şeydi.
Kahvemden henüz ilk yudumumu almıştım ki kapı ardına kadar açılarak acelesi varmış gibi görünen üç adam birbirlerinin üstünden atlayarak içeri girdiler. Arkalarından kapıyı kapattıklarında kıs kıs gülüyorlardı. Ta ki dönüp ifadesiz bir suratla onları izleyen beni fark edene kadar.
Yorumlar