sky-rie
Kahin (Ay Işığı#2)- 4.Bölüm

-4-
Tara
“ İşte başlıyoruz.”dedi Ayas derin bir nefes alarak. Işık huzmesi bizi yutarken kafamda en son söylediklerini tartıyordum. Madalyon? Biraz uçuk bir teoriydi ama neyimiz mantıklıydı ki? Sarışının teorisine göre ilk anıdaki madalyon bir dalgakırandı. Yani, anının içine yerleştirilmiş bir çeşit mayın. Dalgakıranların varlığını daha önce duymuş olsam da sadece birer efsaneden ibaret olduğunu sanıyordum.
Dalgakıranlar sadece çok güçlü hırsızlar ya da seçilmişler tarafından yapılabilen objelerdi. Filozof taşının tam tersi prensibinde iş görüyorlardı. Maddi dünyada olan bir nesnenin kişinin zihnine kopyalanması ve orada içine herhangi bir şey koyularak –anı, hayal ve türevleri- hatıraların içine saklanan bir kilit taşı. Dalgakıran ortaya çıktıktan kısa süre sonra anı sona ererdi. Kesinlikle üzerinde oynanmış anılar olurlardı. Tek gösterimlikti, o gösterim sırasında dalgakıranı yakalamak zorundaydınız. Zaten bulunması bu kadar zor olduğu için artık herkes tarafından efsane olarak kabul ediliyordu.
“ Pekâlâ, diyelim ki madalyon bir dalgakıran. O halde neden hala buradayız, çıkıp onu arayalım.”dedim. Etrafımızda taştan duvarlar belirirken sarı kafasını iki yana salladı.
“ Dahası var. Daha fazla dalgakıran var.”dedi.
“ Ne? Nereden bilebilirsin ki? Daha dalgakıran olup olmadığından bile emin değiliz.”
“ Hayır, ben eminim. Elimizdekilerin yarattığı boşluğa mükemmel oturuyor. Düşünsene Tara, bir dalgakıranla karşılaştığın zaman seni zihinden atar değil mi? Çünkü o bir çeşit mayın. Ama biz hala burada devam ediyoruz, hem dalgakırana hem de o siyah dumana rağmen. Çünkü daha göstermek istedikleri var.” Bir an için durup kendi kendine sinirleri bozulmuş gibi güldü. “ İçgüdülerim bana diyor ki bu basit bir anı değiştirme değil. İşin içinde birden çok dalgakıran var.”
Dalgakıranların tek gösterimlik olmasının bir sebebi vardı. O hayal edilmiş bir nesne değildi. Gerçekten var olan bir nesneydi ve bir kere anı içinde gösterildikten sonra maddi dünyaya geri dönerdi. Onu zihnine yerleştiren kişi nerede belirmesini isterse orada yerini alır, bulunmayı beklerdi. Dolayısıyla genelde bununla bağlantılı anıların içine saklanırlardı.
Ayas’ın kafasından neler geçtiğini anlamak her zaman imkânsız olmuştu. Şu an teknik olarak onun kafasının içindeyken bile bu hala imkânsızdı. Eğer o burada birden fazla dalgakıran olduğunu söylüyorsa buna inanırdım. İnanmaktan başka ne seçeneğim vardı ki? Onu burada bırakıp dışarı çıkacak hadi sana kolay gelsin benim başkaraktere koşulsuz inandığı için ölen ilk saf olmaya niyetim yok! Kaçtım ben, diyemezdim ya.
Devam etmekten korktuğumdan değildi. Korktuğum şey kendinden bu kadar eminken Ayas’ın ne kadar ileri gidebileceğiydi.
Ben bunları düşünürken çevremizdeki ışık bir oda şeklini almayı tamamlamıştı. Koyu gri taşlarla örülmüş duvarın bir uzantısı gibi duran taş zemin fazlasıyla çıplaktı. İçeride duvarlara tutturulmuş pek de kibar görünüşlü olmayan meşaleler vardı. Odanın içindeki eski tahta masanın üzerinde bu alevlerin ışığıyla hafif aralık kapıdan süzülen ay ışığı birleşiyordu. Masa o kadar dünya dışı ve büyülü görünüyordu ki bir an bunun sadece arada sırada görüşüme giren kendi alevlerimden mi olduğunu yoksa gerçekten öyle mi göründüğünü kafamda tartmak zorunda kaldım.
Kapı gürültüyle ardına kadar açılınca Ayas’la istemsiz olarak o tarafa döndük. İçeriye başlarında kukuletaları olan pelerinli bir düzüne kadar insan girdi. Son giren arkalarından kapıyı kapattığında bir süre hiçbiri bir tepki vermedi. Siyah pelerinlerinden taş zemine damlayan sulara bakacak olursak dışarıda yağmur yağıyor yağıyordu.
“ Efendim, onu… Onu geri alacağız.” En arkadaki adam başındaki kukuletayı indirdi. Kırk, bilemedin ellili yaşlardaydı. Siyah gür bir sakalı ve sakalına oranla pek az saçı vardı. Gözlerinin altı günlerdir uykusuzmuşçasına mosmordu. Yüzünde bir yerden sıçramış gibi duran koyu kahverengi lekeler vardı. Dikkatli bakınca bunların kurumuş kan izleri olduğunu anladım. Nedense o kanın adama ait olmadığına dair içimde kuvvetli bir his vardı.
“ Oturun.”Bize en yakın duran kukuletalı hareketlendi ve masanın başköşesine kimseyi beklemeden oturdu. Sıkılı yumruklarının titrediğini görebiliyordum. Başındaki kukuletayı indirince bakır rengi saçları alevleri yutarcasına parladı.
“ Bu o, değil mi?”diye sordu Ayas bana bakmadan.
“ Evet, o.”dedim yutkunarak. O kadar genç ve güzel görünüyordu ki… Belki de bizim yaşımızda anca vardı. Gümüş gözleri çakmak çakmaktı. Saçlarının yarısı başının tepesinde örülerek sıkıca toplanmış kalan kısmıysa serbest bırakılmıştı Omuzlarından aşağıya kucağına dökülüyordu. Eski çağlardan fırlayıp gelmiş bir savaşçı gibiydi.
Tam bunu düşünürken sırtında duran ok kılıfını ve elindeki yayı fark ettim. Tıpkı gözleri gibi gümüş ışıltılar saçan yayı belki de haddinden fazla büyüktü. Ağzına kadar dolu ok kılıfının üzerine ışıkta parlayan ay motifleri işlenmişti. Daha da dikkatli bakınca pelerinin altında çok ağır olmayan türden metal bir zırh olduğunu gördüm. Savaşçı gibi görünmüyordu. Zaten bir savaşçıydı.
Kadının emrine uyarak herkes yavaşça sandalyelere çöktü. Aralarından bazılarının aksayarak yürüdüğü gözümden kaçmamıştı.
“ Yaraları olanlar salonu terk edebilir. Revire gidin, bana sağ lazımsınız. ”dedi. Sesi sert olmasına rağmen gözleri masanın çevresindeki tararken şefkatle herkese birer birer dokunuyordu. Birkaç kişi istemeye istemeye de olsa sandalyelerinden kalkıp reverans yaptıktan sonra geldikleri kapıdan çıkıp gittiler.
“ Sizi bu işe hiç sokmamalıydım. İnsanların savaşlarına dahil olmamalıydık.”dedi sıkıntılı bir sesle. “ Daha kendi içimizde bile sorunlarımızı çözmüş değiliz. Üzgünüm, benim hatamdı.” Sanki kendisi başka bir şeymiş gibi insan kelimesini vurgulaması kendimi garip hissetmeme neden olmuştu. Titreyen ellerini gizlemek masanın altına sakladı.
“ Leydim, siz bizi hiçbir şeye zorlamadınız. Sizi izlemek bizim tercihimizdi ve siz yüce gönlünüzle bizi tercihlerimizde hep serbest bıraktınız.” Ona en yakında oturan kişi başını saygıyla eğerek konuştu. Sesinden genç biri olduğu anlaşılıyordu. Leydi, sanki bunları duymaktan bıkmış gibi bir iç çekti.
“ Size ölüme gidin dersem beni yine dinleyecek misiniz? Bu tercih değil.” Ayağa kalkarak sırtındaki okları çıkardı. “ Benim istediğim bu değil. Biz özel bir türüz. Pek çok yetenekle kutsanmış; insanlardan, hırsızlardan, kâhinlerden daha güçlü bir türüz. Sayımız az, bu yüzden kayıp vermeye lüksümüz yok.” Okları ve yayı masaya bırakırken masanın çevresindeki herkesi çatık kaşlarının altından süzdü.
“ Bu yüzden ne pahasına olursa olsun kardeşimi insanlardan geri alacağım.” Gözleri gümüş parıltılar saçmaya başladığında masadaki herkes sandalyelerine sindi. Oklar ve yaysa Leydiye tepki veriyormuşçasına parıldadılar. “ Ama bunu ben yapacağım. Tek başıma; bir başkası değil, ben yapacağım.” Sakallı adam tedirgin bir şekilde olsa da sırtını dikleştirdi.
“ Leydim, tek başınıza gitmeniz çok tehlikeli olacaktır.”
“ Sence yeterince güçlü değil miyim?”dedi. Adamın bir cevap vermesini beklemeden göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede yayını eline alıp kılıftan çektiği oku yerine yerleştirmişti. “ Bu oklara ve yaya nasıl sahip olduğumu hatırlıyorsun değil mi?” Adam başını eğerken nefes bile alamıyordu. “ Bana bu silahı veren Ay’dı. Neden mi? Çünkü ondan istedim. Nasıl mı? Şu an insanların tutsağı olan küçük kardeşim sayesinde sahip olduğum yeteneklerle.” Kollarını gevşeterek yayı yeniden masaya bıraktı. Oturanların rahat bir nefes aldığını gördüm. Ona saygı duydukları ve sevdikleri kadar korktukları da su götürmez bir gerçekti.
“ Konuşmak.”dedi Leydi geniş salonun içinde dolanmaya başlayarak. “ Bana verilen yetenek aslında bu kadar basit, konuşmak. Herkesle, her şeyle konuşmak ve cevaplar almak. İsteklerde bulunmak, onların isteklerine uymak… Her istediğimde yardım almak ve onların güçlerini çağırmak, her istendiğinde yardım etmek ve kendi güçlerimi onlarla paylaşmak… Bunlar insanların unuttuğu için dibe batmaya başladığı meziyetler değil mi? ” O dönemde ne görmüş de dibe batmış olabilecekleri düşünmüştü merak ettiysem de günümüzde yaşasaydı neler söylerdi merakım daha ağır basmıştı.
Dibe batmak… Kesinlikle zihnimde hatırlamak istemediğim şeyleri canlandırıyordu. Ne babamı, ne de Walker’ı hatırlamak için doğru zaman değildi.
Özellikle Walker için, doğru zaman değildi.
“ Geride sadece bir tane okumun kalması yeterli. Geri kalan hepsini kardeşimi kurtarmak için harcamaya hazırım.”Gözlerini kapattı ve yoğunlaşmaya çalışıyormuş gibi derin bir iç çekti. “ Toprak, onun şu anda güvende olduğunu söylüyor. ”dedi yeniden gözlerini açarken. Hızla eline yayını aldı. “ Gitmeliyim… Sen de gitmelisin yabancı.” Okun ucunu Ayas’a doğrultup ellerini bir anda serbest bıraktı.
“ Dikkat et!” Ayas’ı refleks olarak okun menzilinden dışarıya doğru itip alevden kolumla oku yakalım.
“ Ah!” Yakaladığım gibi oku bırakmak zorunda kaldım. Gerçek dünyada elimin yandığını hissedebiliyordum.
“ Tara!” Ayas onu iteklediğim için düştüğü yerden apar topar kalkıp yanıma geliyordu ki bir anda durdu. Elini yüzünün sağ tarafına bir şeyi hissetmeye çalışıyormuş gibi sürttü.
“ Elin kanıyor, hissedebiliyorum.”dedi yavaşça. “ İyi misin? Ok sana çarptı mı? Yaralandın mı? Böyle bile yaralanabiliyor musun?”diye hızla sorularını sıraladı. Bense onun sorularını anlamlandıramadan elime bakıyordum.
“ Hayır, çarpmadı. Onu tuttum ve birden elim… Yandı.” Biz bunları konuşurken anı parçalanıp yok olmaya başlamıştı. Üzerimize doğru gelmekte olan siyah dumanlarıysa elimin tersiyle iterek kaybolan anının içine hapsettim.
“ O anının bir parçası değildi. Yani öyleydi ama değildi. Beni yakmamalıydı.”dedim Ayas’a dönerek.
“ Dalgakıran.” Elini düşünceli bir şekilde saçlarının arasından geçirdi. “ Sadece ok mu? Yoksa ok ve yayın ikisi birden mi?” Benim onun haklı olduğunu sindirmem gerekirken o bunun olmasını bekler gibi rahattı. Tabi ki sarı kafası rahattı ve tabi ki bunun olacağını biliyordu…
“ Elin iyi mi? ”diye sordu aniden. Dalgakıran meselesi hiç açılmamış gibi elimin nasıl olduğu konusuna geri dönüvermişti. Gözlerimin önüne bir an için bedenlerimizin bulunduğu gerçek dünyadan bir görüntü geldi. Ayas’ın çatılmış kaşlarını ve elimden yüzüne buluşan kanı gördüm. Derin’in geri planda bir şeyler söylediğini duysam da ne olduğunu anlamıyordum. Anlayacak kadar o tarafa geçmem buradaki varlığımı tehdit edebilirdi.
“ Birkaç çizik gördüm ama çok derin değiller.”dedim. Çiziklerin biraz dışından başlayıp mükemmel bir daire oluşturan yanıktan bahsetmeme gerek yoktu. Kaşlarını kaldırarak bana yemediğini belirten bir bakış yollasa da hiçbir şey olmamış gibi konuşmasına devam etti.
“ Geriye bir okun kalmasını istedi, değil mi? Demek ki o okla ilgili özel planları var. Onu dalgakıran haline getirmekten daha özel ne olabilir ki? ”dedi karanlık boşlukta volta atarken.
“ Kardeşi…”dedim yavaşça. “ İlk anıdaki küçük çocuk olsa gerek.”
“ Evet. Bu anı, Leydinin yeteneği, pek çok şeyin bir mantık zeminine oturmasını sağladı. Derin’in geçmişte Daniel’ın zihninde gördüğü şu taşın yaratılması sahnesini de açıklıyor. Leydi konuşuyor ve her şey ona cevap veriyor.”
“ O okun neler yapabileceğini düşünmek istemiyorum.” dedim irkilerek. İkimiz de kafamızda bir sürü soru işareti olmasına rağmen konuşmaya devam edemedik.
“ Yeni bir anı başlıyor. ”dedi.
Bir kez daha ışık etrafımızı sararken bu sefer nasıl bir anıya çekildiğimizi merak ediyordum. Beliren nesnelerden ilk seçebildiğim zincirler oldu. Yukarıdaki küçük meşaleden yayılan ışıkla tehditkâr parıltılar saçıp genç bir kadını iki duvar arasında gergin bir şekilde tutan zincirler... Bağlanmış kadın başını kaldırınca bir çığlık koyuverdim.
“ Bu o!” Kadın suratındaki karmakarışık saçlarla savaşmaya çalışıyormuş gibi hızla başını kaldırdı. Sol şakağından yüzüne yayılan kan çoktan kurumuş gibi duruyordu. Az önce gördüğümüz halinden belki de on yaş daha büyüktü. Onu duvarlara zincirlemiş olsalar da öncekinden daha güçlü, daha hırçın ve en önemlisi daha bilge görünüyordu. Bileklerinin hizasında toprak zeminde küçük kan birikintileri oluşmuştu. Zincirin üstündeki kurumuş kan pas gibi onun parlamasını önlüyordu. Meşalenin cılız alevleriyle aydınlanan duvarlar ıslak görünüyordu. Neredeyse üzerlerinden su akacak kadar rutubetliydiler.
Leydinin tam önünde üst kısmında parmaklıklar olan tahta bir kapı vardı. Filmlerden fırlamış bir sahneyi yaşıyor gibiydim. Sorun şuydu ki bu gerçekti ve başrol oyuncusu da hayatımı adadığım, onun gibi olabilmek için kendimi bildim bileli çalıştığım kadındı.
Hiçbir şey yapamayacağımı bilsem de rahatsızlıkla kıpırdandım. Bu sahnenin öyle ya da böyle nasıl sonuçlanacağını biliyordum. Heykellerinde ve tablolarında onu asla şu an olduğundan daha büyük görmemiştim. İçimde ezilen bir şeyler varmış gibi birden kamburlaştım. Dışarıdan ayak sesleri geldi.
“ Yemeğini getirdim.” Genç bir adam sesiydi.
“ Bu ucubeye yemek vermesek de olur.”dedi bir başkası gülerek. Kahkahaları homurtuya dönüşürken midemin kalktığını hissettim. Ucube… Nedense Nisan da kendinden sıkça böyle bahsederdi, esas ucube ben olmama, herkesin ölmesi benim suçum olmasına rağmen şu an Ayas’ın yanında olan yine bendim... Başımı iki yana sallayarak asla oradan gitmeyeceğini bilsem de Nisan’ın görüntüsünü kafamdan uzaklaştırmaya ve önümde akıp gitmekte olan anıya odaklanmaya çalıştım.