-24-
Jay
Kıpırtısız bir şekilde yatağın ucunda ne kadar oturduğumu bilemiyordum. Saniyeler yıllar gibi geliyordu. Belki de bir çeşit sinir krizi falan geçiriyordum çünkü kendimde değildim. Böylesine hisseden, böylesine korkan biri, ben olamazdım. Hemen karşımda hafif sol tarafa doğru duvara monte edilmiş olan aynadan yalnızca ayaklarımı seyredebiliyordum. Bulanık gördüğüm yansımam inanılmaz çelimsiz geliyordu. O kadar ki Tara’nın kıpırtısız bedenini kapatmaya dahi yetmiyordu.
Odanın içindeki hava ellerini omzumda hissettiğim iri kıyım bir güreşçi kadar ağır geliyordu. Vicdan azabımı birazdan ya ellerimle tutup boğacaktım ya da tüm vücudumu kaplayarak zihnimden ayak bileklerime kadar katran gibi akacaktı. Her iki durumda da beni dehşete düşürecek kadar gerçek olacaktı. Oysa ne farkı vardı ki? Bulunduğum yere gelene kadar kimleri harcamıştım, kimlere benim yüzümden zarar verilmişti sayısını dahi hatırlamıyordum. Derin’le Nisan’ı bile bir kere arkamda bıraktıktan sonra ne kadar istesem de dönüp bakmamıştım.
Ama onlar birbirlerine dayanabilirlerdi, Tara’ysa sadece sana güveniyordu. Bunu söyleyen omzuma binmiş güreşçi miydi yoksa yakama yapışmış vicdanım mı bilemiyordum. Bilemediğim bir diğer şeyse nasıl öylesine kontrolümü kaybettiğimdi. Tara yapması gerekeni yapmış, belki de ikimizin de hayatını kurtarmıştı.
Eğer sözünü dinleyip toplantı salonunda kalsaydı kurtarılması gereken siz olmazdınız… İçimde hala öfkeden ve kibirden kuduran bir parça olduğunu fark etmek ürpermeme neden oldu. Tara kendi başının çaresine bakabilseydi şimdi istediğin cevapları almış olacaktın! İstediğim cevaplar neydi ki? Bunları Yaman’ın bildiğinden nasıl bu kadar emin olabiliyordum?
Başımı ellerimin arasına alıp saçma sapan şeyler fısıldamaya devam eden Jay’i susturmaya çalıştım. Artık onu dinlemek istemiyordum. Kişilik bölünmesi yaşayan bir akıl hastası gibi ortalıkta dolanmam benden çok çevremdekilere zarar veriyordu. Ben sadece Ayas olmak istiyordum. Hiçbir unvan olmadan, sadece Ayas…
Ona hiç mi kızgın değilsin? Kardeşinin gitmesinde onun hiç mi katkısı olmadığını düşünüyorsun? Bütün o şifrelerin, seçilmişlerin ve kaçakların içine bu kadar batmış bir kızı nasıl suçsuz görebilirsin ki? Her şeyden öte o adamın kızı olduğu gerçeğini nasıl göz ardı edebilirsin?
Bunları gerçekten düşünmüş müydüm? Bunları az önce gerçekten de düşünmüş müydüm? Başım benim iradem dışında kalkıp gözlerimi yansımamınkiyle kenetledi. Ellerim hala bir işe yarayacakmış gibi yüzümün iki yanında kulaklarımı örtüyordu. Saçlarımda tutam tutam benim olup olmadığını bile bilmediğim kurumuş kan izleri vardı. Sağ gözümün çevresi kafatasımın izini çıkartmak istercesine morarmıştı. Burnumla ağzımın çevresindeki silinmiş kanın siluetini hala seçebiliyordum. Dudağımın sol kenarında şimdiden kabuk bağlamış bir bölge vardı. Gözlerimin altındaysa herhangi bir darbeyle ortaya çıkamayacak kadar siyah halkalar vardı. Kendimi ilk bakışta tanıyamamıştım. Bu ben olamazdım… Bu adam ne Ayas olabilirdi ne de Jay. Karşımdaki kişinin gözleri öylesine boş bakıyordu ki bu kadar uzaktan bile o gözlerde görebildiğim tek şey sonsuza dek tekrar eden yansımamdan başkası değildi.
Tüm vücudum elektrik verilmiş gibi gergin ve kaskatıydı. Bunun verdiği uyuşukluk hissiyle aldığım muhtemel darbelerden hiçbirini hissetmiyordum. Koyu renk kot pantolonum dışında üzerimde hiçbir şey yoktu ve özellikle kollarımda gözümdekiyle uyumlu birkaç morluk olduğunu görmek beni pek rahatlatmıyordu. Bunların nasıl olduğunu hatırlayamıyorum. Aslında darbe aldığımın farkında bile değildim. Ama ellerimin hali bana neden hatırlayamadığıma dair birkaç ipucu veriyordu.
Kendi görüntüm bulanıklaşırken Tara’nınki tüm acı gerçekliğiyle ortaya çıktı. Pes etmiştim. Nasıl olduğunu bilme dürtüm yaptığım şeyin pişmanlığına baskın geliyordu. Yatağın kenarından yavaşça yere kayarken nevresimlerin hışırtısı aşırı sessiz odada çığlık gibi yankılandı. Dizlerimin üzerine çöküp yataktan destek alarak kendimi Tara’nın başucuna kadar çektim. Ayakta durmak için kendimi inanılmaz bitkin hissediyordum.
Ona bakınca uzun zaman sonra ilk defa ağlamak istediğimi fark ettim. Sanki bunu kolaylaştırmak istermiş gibi beynim Tara’nın kısa zaman önce onu bu yatakta uzanırken gördüğüm haliyle bu halini karşılaştırıp duruyordu. Fark onu hiç tanımayan birinin bile canını acıtabilecek kadar keskindi.
Buna bulaşmayacağıma söz vermiştim. Başta pek zor da olmamıştı aslında, Tara hayatımda tanıdığım en inatçı ve sakar insandı. Onu düşünmemek, sadece ağız dalaşlarıyla yetinmek kolaydı. Ama zamanla bunlar ikimize de yetmemeye başlamıştı. Ne kadar zamandır ona sarılıp saatlerce o şekilde kalma isteğimi bastırdığımı bilmiyordum. Oysa bunlara ayıracak vaktim yoktu. Birini sevmeye, onu gözetmeye… Hali hazırda sevdiklerimi bile koruyamıyorken… Tara o kadar başkaydı ki, bana bu işlere bulaşıp bulaşmama kararının bana ait olmadığını her gün öyle güzel anlatıyordu ki… Bana olan bakışlarının farklı olduğunu anlayacak kadar tanıyordum onu. Bu bir adım atmam için yeterli miydi? Tabi ki hayır. Önce Nisan… Nisan’ı geri getirmeliydim. Sonra Tara hala hayatında benim gibi bir pisliği istiyor olursa şansımı deneyecektim. Zaten Nisan geri geldiğinde artık Jay’in bir işi kalmayacaktı ki her şey ortaya çıkmıştı. Tara’nın sözlerinde sanki bana sürekli bunu hatırlatmak ister gibi dolaşan Nisan’ın gölgesini hissettiğim sürece ona nasıl dokunabilirdim ki?
Şimdi her şey bu kadar basitti işte; Tara’yı seviyordum ve onun da beni sevdiğini biliyordum ama ona bunu söylemek yerine onu öldürmeye çalışmıştım. Sevgimi gösterme şeklim su götürmez bir şekilde mükemmeldi.
Saçının kandan kaskatı kesilmiş bir tutamı parmaklarıma dolanıp beni durdurana kadar yavaşça saçlarını okşadım.
“ Gerçekten durmamı istiyor musun Tara?”diye fısıldadım sanki bunun bir anlamı varmış gibi. Önümde uzanan seçimin nasıl bir şey olduğunu çok iyi biliyordum. Ya bir daha asla devam etmeyecek şekilde durup gidecektim, bir daha Tara’nın yanına bile yaklaşmadan onu kendimden bile korumayı seçecektim; ya da bir daha asla kendimi durdurmadan onu sevecektim, ne kadar riskli olduğuna bunun onu da beni de diğerlerini de ne duruma sokacağına bakmadan. Yıllar önce yapmak zorunda olduğum gibi bir seçim vardı şu an önümde dünyanın en savunmasız ve titrek hayali gibi uzanan… Ya Nisan’dan vazgeçerek onun güvende olduğundan emin olacaktım ya da onu tehlikeye atma pahasına yanında kalacak onu saracaktım.
Nisan’ı terk edip onu buna rağmen kaybetmişken, Tara’yı bu hale sokan benken; hangisini seçecektim?
Almaya çalıştığım nefesle diyaframımın kasılıp kaldığını hissettim. Neydi bu? Telaş mı, korku mu yoksa çaresizlik mi? Ne olduğunu bilmiyordum ama beni yapmaya ittiği şeyi engellemedim. Engellemek istemiyordum… Hayır, bu sefer değil. Daha önce ne olmuş olursa olsun umurumda değildi. Bir kerelik, sadece bir kerecik olsun benim de bencilce bir seçim yapmaya hakkım vardı. Onu seviyordum… Onu korumayı bile başkasına bırakamayacak kadar seviyordum.
Aynı hatayı bir daha yapmayacaktım.
“ Seni asla bırakmayacağım.”dedim yavaşça ve uzanıp alnına ufak bir öpücük kondururken. Belki intihardı, belki de düşüncelerim yanlıştı ama doğru olanın bu olduğu; Tara’nın orada olduğu hislerimi dinlemek zorundaydım. Ruhumun Tara’nın zihnine akmasına izin vermek zorundaydım…
Tara
“ Soğuk… Çok soğuk…”dedim takırdayan dişlerimin arasından. Beni burada kimsenin duymayacağını biliyordum oysaki. Babamın beni kilitlediği bu oda ses, ısı, ışık hiçbir şeyi geçirmezdi. Umut etmemi sağlayabilecek her şey o kapının dışındaydı. O kapının dışında bir hayat vardı. Başka nefesler, babamınkinden farklı sevecen bakışlar ve gülümsemeler… Walker’ınki gibi.
Hayır!
Zihnim bu düşünceye o kadar büyük bir hızda karşı çıktı ki bu karanlık küçük odanın içinde ısınmak için yatak örtüsünün altında birbirine sürttüğüm küçük ellerim bir anda büyüyüverdi. Anılarımdaki küçük Tara, bir anda ben oluverdi. Ama ben, artık o küçük kız değildim.
Yatak örtüsünü tek harekette üzerimden atıp ellerimden boşalan mavi alevlerin tüm odayı ısıtıp aydınlatmasına izin verdim. Küçük bir ejder gibi etrafta dolaşan alev bana çocukluğumun geçtiği odayı daha önce hiç olmadığı kadar çıplak ve net görmem için imkan sağladı. İşte her şey buradaydı, onları yakıp yok etmemden önceki halleriyle burada karşımdaydı. Küçücük yatağım, en alt çekmecesi kırık dolabım, gıcırdayan ahşap zemini bir nebze daha sıcak kılan küçük pis bir halı… Hepsi, sahip olduklarımın hepsi bundan ibaretti.
Her ne kadar bana Walker diye bağıran bu ufacık odadan çıkmak istesem de bir şekilde bunu yapamayacağımı hissediyordum. Çünkü bu gerçek değildi, içerisinin ayrıntısına bakacak olursak benim zihnimden başka bir yer de olamazdı. Kimse, Walker bile bu odayı bu kadar iyi canlandıramazdı. Bir kahin olarak bomboş olması gereken zihnimde asılı kalmış bir odaydı bu. Bir rüya ya da hayal değil geçmişimdi. Bu yüzden içine girebileceğim kadar gerçekti.
Onu düşünmek istemiyordum ama çevremdeki her şey beni buna zorluyordu. Artık Walker’ın düşüncesi beni ne sinirlendiriyor ne korkutuyor ne de üzüyordu. Aslında çocukluğumun canavarı olduğunu öğrendiğim kahramanım şu aralar sadece kafamı karıştırıyordu. Bana karşı tıpkı eskisi gibi iyi ve korumacı olmasını anlayamıyordum. Artık nasıl biri olduğunu biliyordum, rol yapmak için hiçbir sebebi yoktu. Bana gerçekten değer vermesi gibi mide bulandırıcı bir ihtimali düşünmek dahi istemiyordum. Yapacak çok işim vardı ve onun gibi geçmişten gelen bir gölgeyle uğraşmaya vaktim yoktu.
Peki, işte yüz puanlık uzman sorusu şuydu ki bu kadar işin içinde ben burada ne arıyordum? En son ne olmuştu?
Sorumu cevaplamak istercesine başımın arkasına saplanan ağrıyla tüm oda çevremde dönmeye başladı. Oturarak dengemi sağlayamadığım için yatağıma doğru kelimenin tam anlamıyla devrildim. Merkezde olan şeyleri bir anda şu an hala olmaya devam ediyormuş gibi bir canlılıkla hatırladım.
Ayas…
İsmi boynumdan vücuduma yayılan acı kadar yoğundu zihnimde. Nefes almak için kendimi zorlarken Ayas’ın titreyen ellerinin izini arar gibi parmaklarımı yavaşça boynumda gezdirdim. Acı o kadar keskindi ki sadece boğazlandığımı bilmesem birinin beni bıçakla doğradığını tahmin ederdim. Oysa bu acının sadece morarmış boynumla ilgili olmadığını biliyordum. İçim acıyordu, yanıyordu ve hayır, bu beni boğanın Ayas olması yüzünden değildi. Aksine tepki vermesi beklediğim bir şeydi. O an nasıl düşündüğünü anlayabiliyordum. Yüreğimde ona dair en ufak bir kırgınlık dahi yoktu. Yanmama sebep olan şeyler daha küçüktü. Ufak minik alevler toplanıp üzerime geliyordu ve ben nedense kendimi çok yorgun hissediyordum. Şu an bu yatağa kıvrılıp uyuma fikri bir zamanlar olduğundan yüzlerce kat daha çekici geliyordu. Bunun ne anlama geldiğini bilmesem de uyuyakalırsam kaybedermişim gibi hissediyordum.
“ Tara?” Sesini duyunca hızla doğrulup ona baktım. Yüzümün hissettiğim kadar aydınlanıp aydınlanmadığını bilmiyordum ama Ayas’ın yüzü beklediğimden çok daha soluk ve yaralı duruyordu.
“ Buraya gel.”dedim kollarımı ona doğru uzatarak. Oda o kadar küçüktü ki ikimiz de ayakta durursak hareket etmek için alan kalmıyordu. Hem kendimi kalkamayacak kadar yorgun hissediyordum.
Ayas kıpırdamadı.
“ Orada dikildiğin her saniye canım yanıyor Ayas, yanıma gel.” Ona karşı daha önce hiç bu kadar açık sözlü olmamıştım. Gerçekten burada olup olmayışının verdiği cesaretle ya da kendi zihnimde olmamızın verdiği özgürlükle bu kadar rahattım. Bu sefer lafımı ikiletmeden gelip yatağın ucuna oturmuştu. Yüzüme bakamadığını gözlerini boynuma sabitlediğini de o an fark ettim.
İşte o bakış çoğu şeyi anlamamı sağlamıştı.
“ Tara, ben… Çok üzgünüm. Ne diyeceğimi kendimi nasıl affettireceğimi bilmiyorum.”dedi. Ayas şu an gerçekten buradaydı zihnimde benimle birlikteydi ve bunu yapmasına nelerin sebep olabileceğini tahmin ediyordum.
“ Seni affetmemi mi istiyorsun Ayas?”dedim. Başını salladı ve sonunda yüzüme baktı.
“ Üzgünüm ama bunu yapamam” Elimi yanağına yerleştirdim ne kadar gerildiğini ama bir o kadar da bunu beklediğini görebiliyordum. “ Bunu yapa-“
“ Tara beni affetmen için her şeyi yaparım lütfen!”diye lafımı kesti aniden. “ Biliyorum bunları söyleyecek kadar yüzsüz olmam seni iğrendiriyor olmalı ama lütfen! Tara bunu yapan ben değildim, ben olmadığımı biliyorsun sana asla zarar veremem ben! Seni nası-“duraksadı. Nabzını neredeyse oturduğum yerden hissedebiliyordum. Göğsü delicesine inip kalkarken aldığı her nefes içinde bir şeyleri yakıyormuş, kalbi sıkışıyormuş gibi düzensizdi solukları. Gerçekten gözleri dolmuş muydu? Yani… Gerçekten benim tanıdığım Ayas Gürsoy şu an karşımda hiçbir saklanma çabası göstermeden tüm duygularını ortaya döküyor olabilir miydi?
Yanağındaki elime iyice yasladığı yüzünün sıcaklığı içimi titretti. Yeni yeni çıkmaya başlamış sakallarının sertliği avuç içimi gıdıklıyor, anlamlandıramadığım bir ürpertinin tüm vücuduma yayılmasına neden oluyordu. Buğulu zümrüt yeşili gözleri benimkilere kenetlenmişti ve orada gerçekten onu affetmem için her şeyi yapabileceğini görmüştüm. Neredeyse nefes almayı unutacaktım.
“ Beni ne?”dedim ona biraz yaklaşarak. İçimden söyle söyle lütfen düşündüğüm şeyi söyle diye haykırıyordum. İhtiyacım olan tek şey buydu çünkü. Üzerime gelen alevlerin hepsini onun tek bir sözüyle göz ardı edebilirdim. Nisan, Walker, seçilmişler, babam ve diğer iyi kötü her şey ondan uzun zamandır duymayı beklediğim iki kelimenin ardında yok olabilirdi.
Kendi dolmaya başlayan gözlerime, titreyen sesime ve hatta yutkundukça sızlayan boğazıma aldırmadan tekrarladım. “ Beni ne?”
“ Seni seviyorum Tara, bunu biliyorsun.” Artık gerçekten ağlıyordu. “ Seni de kaybedemem Tara, lütfen! Seni kendimden bile korurum söz veriyorum yeter ki beni affet!” Gözyaşları konuşmasını engellemeden önce ona o kadar sıkı sarıldım ki bir an şaşkınlıktan ne yapacağını bilemedi.
“ Seni affedemem Ayas… Çünkü sen affetmemi gerektirecek bir şey yapmadın.” Diye fısıldadım kulağına. Sarı kafasını göğsüme yaslayıp saçlarıyla oynamaya başlarken nefesini tuttuğunu hissettim. Bunun sebebi söylediklerim miydi yoksa üç kilometre ötedeki birinin bile duyabileceği kalp atışlarımı hissetmesi miydi bilmiyordum. Bildiğim tek şey onun ağlamasına dayanamayacağımdı.
İstediğim tek şey Ayas’tı.
“ Seni seviyorum Ayas, bunu biliyorsun.”dedim onu taklit ederek. Kollarını sıkıca belime dolayıp beni kendine doğru çekerken hayatımda hiç bu kadar hafif hissetmediğimi düşündüm. Kalbim beni göğüs kafesimi parçalayıp Ayas’a gitmekle tehdit ediyordu. Bu sefer odanın çevremde dönmesinin acıyla alakası yoktu. Ayas’ın elleri hayatımda asla sahip olmadığım bir şefkatle saçlarımı okşarken iyileştiğimi hissediyordum. Bu isimlendirmek de beynimin yetersiz kaldığı yoğun duygu içime akarken onun adımı fısıldayan sesi dünyamı dolduruyordu.
Uyanıyordum. Ayas’a tutunma isteğim kendimi bırakma isteğime baskın geliyordu. Hayatımın en kırgın bölümünü içine gömdüğüm oda yavaşça parçalanıp yok oluyordu.
“ Tara…” Ayas başını kaldırıp bana baktı. Burnu benimkinden sadece birkaç milim uzaktaydı. “ Bana bir söz vermeni istiyorum.”dedi yavaşça.
“ Ne istersen.”diye fısıldadım. Şimdi ikimizde Arda’nın evindeki yatağın üzerinde oturuyorduk.
“ Beni… Beni bırakmayacağına söz ver.”dedi. Bunun onun için ne kadar zor olduğunu o ana kadar nasıl anlayamamıştım? Sevdiği herkes isteyerek ya da değil onu terk etmişti ve şimdi sevmeye korkuyordu.
“ Hah, gitmeye hiç niyetim yok sarışın, sen yandın.” dedim. Umduğum gibi onu güldürdüğüm için mutluydum. “ Seni asla bırakmam Ayas… Asla. Düşmekten değil artık yürümekten korktuğunu biliyorum ama ellerini asla bırakmayacağım, sadece bana güven.”
Ayas sırtını yatağın başlığına yaslamış rahat yerleşebilmem için bacaklarını açmıştı. Ona yaslanıp gözlerimi kapattım. Sıcaklığıyla beni sarmaladığı saatler boyunca onunla konuştuk. Walker’dan, Nisan’dan bahsettik. Bunun verdiği rahatlık ve Ayas’ın sıcaklığıyla onun kolları arasında bir süre sonra uykuya daldım.
Comments