sky-rie
Kahin (Ay Işığı #2) - 13.Bölüm

-13-
Kuzey
“ Hayır, Aiden; şimdi olmaz.”diye kimsenin duyamayacağı bir sesle mırıldandım. Ama görüntüsü dalgalanan saydam, beyazımsı hayalet çocuğun kıpırdamaya niyeti yoktu.
“ Kuzey, bu önemli!” Gerçekten küçük bir çocuktu. Mızıldanıyor, olduğu yerde ileri geri sallanıyordu. Son birkaç ayda beni sık sık ziyarete gelir olmuştu. Bazen sadece konuşup sohbet etmek için dahi uğruyordu. İlk görüşte tüm griler tüylerimi diken diken ediyor olsa da bu çocuğa alışmıştım. Hatta garip bir şekilde onunla arkadaş gibiydik. Belki de bir çocuk olduğu ve sonsuza dek de bir çocuk olarak kalacağı için ondan hiç çekinmemiştim.
Bana her zamanki soluk iri gözleriyle ısrarcı bir şekilde baktığında iç çektim. Her ne kadar ona dokunamayacağımı bilsem de elimi gözlerine giren uzun düz saçlarının üzerine göz kararı yerleştirmeye çalıştım.
“ Özür dilerim Aiden ama hiçbir şey benim için bundan daha önemli olamaz. Daha sonra konuşuruz, söz veriyorum.”dedim. Tam ağzını açıp itiraz edecekti ki yanımızda biten Arda’yı görünce durdu.
“ Abi sen ne yapıyorsun?”dedi Arda. Gözlerini kısmış, sarıya boyanmış kaşlarını havaya kaldırmış ve havada Aiden’ın saçlarının üzerinde asılı kalan kolumu Aiden’ı göremediğinden bakakalmıştı. Kafasındaki omuzlarına kadar gelen sarı peruğu ensesinde toplamıştı. Derin’in şaheseri olan sarı-turuncu sakalları güneşte parlıyordu. Koyu yeşil gözleriyle bu sarı tonlarını birleştirince gerçekten de yabancı turist gibi duruyordu. Bana göre acınası, diğerlerine göreyse şaheser niteliğinde bir kılık değiştirmeydi. Birinin onu tanıyıp tanımayacağını bilemiyorduk. Ancak bu, riske atılabilecek bir şey değildi.
“ Hiç, saate bakıyordum.” Elimi o kadar büyük bir hızla aşağı indirdim ki korkunç bir ürperti eşliğinde kolum Aiden’ın bedeninin içinden geçti. Çocuk bunu sanki hissetmiş de gıdıklanmış gibi kıkırdarken ben elimi tutup olduğum yerde zıplamamak için kendimi tutuyordum.
“ İyi de kolunda saat yok ki.”
“ İşte! Zaten saat olsa nasıl dururdu diye bakıyorum. Sence almalı mıyım?” Boş bileğimi ona doğru uzatırken kendimi geri zekalı gibi hissediyordum.
“ Tüylerimi ürpertiyorsun detektör, benden uzak dur.”dedi ve elleriyle iğrendiğini belirten bir hareket yaparak uzaklaştı. Uzaklaşırken de kılık değiştirmenin vazgeçilmez öğesi olan siyah güneş gözlüklerini de takmayı ihmal etmedi.
“ Bu çok yakındı.”dedi Aiden gülümseyerek.
“ Evet, öyleydi ufaklık. Şimdi senin için gitme, benim için de senin gibilerden çok daha fazlasını göreceğim bu koca kapana girme vakti.”
“ Ama-“
“ Aması yok Aiden, daha sonra.”
Onu orada bırakarak önümdeki biletlerini almış Ayasofya’nın kapısına doğru yürüyen gruba katıldım. Hayatımda hiçbir şeyi hem bu kadar yapmak isteyip hem de istemediğimi hatırlamıyordum. Tüm griler, yani hayaletler, Aiden gibi olsaydı ortada sorun kalmazdı.
Tara’nın elime tutuşturduğu bileti sıkı sıkı tutarak ilerlemeye başladım. İçeride yerli-yabancı gruplar, turist rehberleri ve daha önce geldiği yüzündeki bıkkınlıktan belli olduğu halde muhtemelen kendilerini ziyarete gelmiş akrabalarını gezdiren insanlarla dolup taşıyordu. Sesler tam bir kültür karmaşasıydı. Sağımızdaki grubun rehberi akıcı bir İtalyancayla bir şeyler anlatırken arkamızdan heyecanlı birkaç Fransız’ın sesleri geliyordu. Türkçe, İngilizce, Arapça, Japonca ve daha duyduğum halde ne olduğunu anlayamadığım pek çok kelimenin mensup olduğu diller havada uçuşuyordu.
Sesler farklı olsa da yüzlerdeki ifadeler genelde aynıydı; ilgili ve etkilenmiş. Nasıl etkilenmezdi ki insan? İçeriye adımınızı attığınız ilk anda sanki dış dünyadan bağınız kopuyor geçmişe karışıyordunuz. Ziyaretçi sayısı daha az olsa eminim o ilk giriş anı insanın nefesini kesebilirdi çünkü yaşadığınız yüzyılı size hatırlatan tek şey etrafınızdaki güneş gözlüklü ve şortlu insanlardı.
Geçtiğimiz kapı bizi pek çok kişinin başları üzerindeki altın bezemeli tonozların fotoğrafını çektiği bir koridora çıkarttı. Altın renginin üzerine lacivert, kırmızı ve beyazla yapılmış olan belirgin ancak aşırıya kaçmayacak kadar zarif görünümlü desenlerin çoğu iyi korunmuş, sol tarafımızdaki tavana yakın pencereden giren ışıkla parlıyorlardı. Zemindeki beyaz-gri mermerde yer yer çatlaklar olsa da hiç kırık yoktu. Sağımızda ve solumuzda belli aralıklarla büyük, sağlam görünüşlü ancak gösterişten ve şatafattan uzak kapılar sıralanıyordu. Sağ tarafımızdaki kapılardan biri koyu turkuaza yakın çerçevesi ve boyutuyla diğerlerinden biraz daha farklı duruyordu. Duvarlardaki mermerlerin açık turkuaz, sarı ve pembe tonları oluşturdukları şekillerle göz alıcıydı ve renkleri içeri giren ışıkla birlikte aydınlık, ferah bir ortam yaratıyordu. Hemen üstümüzde sallanan dev avizelere parmak ucuna kalksam başımla değebilirmişim gibi hissediyordum. Tavandan aşağı inen kalın iplerin ucunda boyutlarına rağmen zarif diyebileceğim bir şekilde hafif hafif sallanıyorlardı.
Tam kendimi bu mükemmel atmosfere kaptırmış koridorda kalabalığın içinde ilerlerken en uçtaki kapıdan çıkan bir gri görmemle olduğum yere mıhlanmam bir oldu. Derin hayran mimar bakışlarını duvarlardan ayırarak bana çevirirken kendime gelmeye çalışarak bütün beyin hücrelerimi ayaklarımı hareket ettirmeye odakladım.
“ Sorun ne?”
“ O tarafta değil mi? Terleyen sütun o tarafta.”dedim elimle koridorun sonunda sağ taraftaki kapıyı göstererek. Ayas gülerek başını salladı.
“ Beni hiç şaşırtmıyorsun Kuzey, evet orada.” Adımlarımı hızlandırırken nasıl bir şeyle karşılaşacağımı bilemediğimden iç çektim. Koridorun sonundaki kapıya gelince gruba karışıp iç mekâna geçtik.
Burası koridora göre çok daha geniş bir alan olduğu için kalabalık insanın gözüne o kadar batmıyordu. Ancak koridoru yanında kesinlikle gölgede bırakacak kadar ihtişamlıydı. Derin’in detaylarda boğulmak istermiş gibi baktığı yerleri inceleyecek fırsatım ne yazık ki yoktu. Çünkü içeriye girince aradığımız şey tam karşımıza çıkmıştı. Her şeyden habersiz bir turist grubu sütun önünde mini bir sıra yaratmış başparmaklarını deliğe sokarak çevirmeye çalışıyor, gülüşüyorlardı. Gördüklerimin ıslak bir sütundan ibaret olması eminim hoş olurdu.
Ama öyle değildi.
Yüzler… Yüzler vardı. Hem de sütunun her yerinden fırlamış gibi duran yüzler. Kadınlar ve hatta çocuklar… Ağlayan, yüzleri feryat ediyormuş gibi bükülen çocuklar… Başımı çevirme isteğimi zorlukla bastırarak soluk beyaz yüzlerinden dökülen gözyaşlarının sadece leydilerine üzüldükleri için olduğuna inanmaya kendimi zorladım. Kiminin gözleri kapalı kimininse tavanı izler gibi açıktı. İçerisi serindi ancak esinti yoktu. Yine de özellikle kadınların uzun saçları sütunun etrafını saran ipeksi bir ağmış gibi sallanıyordu. Hayır, bu rüzgâr gibi değildi… Sanki suyun içindeymiş gibilerdi. Kendi gözyaşlarından boğulmuş gibi…
Ama bu görüntü Tara’nın grubun en arkasında salona adım atmasıyla değişmişti. Bütün grilerin gözleri bir anda fal taşı gibi açılmış ve Tara’ya odaklanmıştı. İfadeleri tarifsizdi… Ona öyle bakıyorlardı ki Tara’nın kâhinlik yönünün benim kadar gelişmemiş olmasına şükrettim. Çünkü görebiliyor olsaydı, bu ifadeleri asla unutamazdı. Ona çölün ortasında bulunmaz bir vahaymış gibi bakıyorlardı. Ancak başka şeyler de vardı; özlem, korku, çaresizlik, umut… Hepsi aynı anda ve o kadar yoğun yansımıştı ki yüzlerine onlara uzun süre bakarsam ben de ağlayacakmışım gibi hissettim. Tara’nın Ay Işığı olduğunu o içeriye girdiği anda anlamışlardı, bu çok barizdi.
“ Bir şeyler hissedebiliyor musun?”dedi Ayas yavaşça.
“ Hayır… Görebiliyorum.” Yutkundum. “ Oradalar. Sütunun çevresinde ve sanki içinde.” Hepsi benim işaret ettiğim yere baksalar da aslında hiçbirinin bir şey göremediklerini biliyordum.
“ Keşke ben de senin kadar güçlü olabilseydim, o zaman onları görebilirdim.”dedi Tara sızlanarak.
“ Bunu istemezsin.”dedim hiç düşünmeden. “ Şu an hepsi sana bakıyorlar.”
“ Bana mı? Neden?”
“ Bilmiyorum.”dedim. Tam olarak yalan sayılmazdı.
Önümüzdeki turist kafilesi çekilince sütunu daha net görmeye başlamıştım ve bu kesinlikle tüylerimi ürpertmişti. İnsanların parmaklarını yerleştirdikleri delik aslında bir hayaletin yüzünde tam alnına denk geliyordu. Güzel ve narin hatlara sahip bir kadın suratıydı. Neredeyse bulunduğum yere ulaşacak kadar uzun saçları hayali bir denizde dalgalanıyordu. Diğerlerinin aksine o Tara’ya bakmıyordu. Soluk olmaktan çok uzak insanın içine işleyen gözlerini bana sabitlemişti.
“ Bizi görebiliyor musun yabancı?”
Benimle konuştuğunu anlamam biraz zamanımı aldı. O kadar şaşırmıştım ki sadece başımı sallamakla yetindim. Gri, bir anda taşın içinden çıkıp karşımda dikildi.
İstemsiz olarak bir adım geriledim.
“ Kuzey?” Arda’nın omzuma inmek için kalkan eli yerine ulaşamadan vazgeçmiş gibi geri çekildi.
Neler oluyor?
Bir adım daha gerileyip çevreme bakınınca bulunduğum yere gelmeye çalışan herkesin birkaç metre kala görünmez bir güç onları itiyormuş gibi yüzlerinin ifadesizleştiğini ve yollarını değiştirip sütundan uzaklaştıklarını fark ettim. Arda ve diğerleriyse boş ifadelerle öylece bakıyorlardı. Elimi en yakınımda duran Tara’nın gözlerinin önünden geçirdim ancak hiçbir tepki vermedi. Dalıp gitmiş gibi zemini incelemeye devam etti.
“ Onlara ne yaptın?”Sesimin suçlayıcı çıkmamasına özen göstermeye çalıştım. İstediğim son şey bin yıllık bir hayaletle tartışmaktı. Cevap vermeden önce bir süre beni süzdü. Onu bir bütün olarak görünce fark ettiğim ilk şey bir kadın değil de gen bir kız olduğu gerçeğiydi. Eğer havada süzülüyor olmasaydı muhtemelen boyu ancak omzuma gelirdi. En fazla on beş yaşında olmalıydı. Konuşmak için soluk ağzını açınca Tara’ya sevgiyle karışık bir hüzünle baktı.
“ Sence ona zarar verecek bir şey yapar mıyız?” Tüm suratlar bana döndü.
“ Hayır… Sanmıyorum.” Süzülerek Tara’nın yanına gitti ve yüzünün hizasında durarak ona baktı. İç çekişini hayal meyal duydum.
“ O kadar uzun zaman oldu ki… Onu bize getirdin yabancı, onu bir kez daha görebildik.” Dönüp suratıma baktı. “ Ne istiyorsan yapmaya hazırız.”
“ Leydinizin dalgakıranları, onları bulmamız lazım.” Gri tepki vermedi. Sadece bakışlarını yeniden ifadesiz Tara’ya çevirdi. Sağ kolunu yanına doğru açtı.
Bir anda sütunun içindeki tüm griler yerlerini terk ederek kızın ardında toplanmaya başladı. Ellerini önlerindeki grinin omzuna koyarak piramide benzer bir şekil aldılar. Sütunun deliğinden çıkan bir ışık huzmesi sanki onların harekete geçmesini bekliyormuş gibi sabırsızca parladı. En arka sıradaki griler bir adım öne çıkarak ön sıradakilere karıştı. Ve bu benim dehşet dolu bakışlarım arasında piramidin başında duran kıza gelinceye kadar devam etti. Hayaletler birbirine karışarak daha güçlü, berrak bir beyaza dönüşmeye başladılar. En son kızın arkasındaki iki gri ona yaklaşmaya başladığında kız Tara’nın yanağına koymuş olduğu eli geri çekti.
“ Cevabını alacaksın.” Ve kalan son ruhlar da birleşti. Ellerimi gözlerime siper etmeme neden olacak bir ışık etrafımızı sararken bunu benden başka kimse fark etmemiş gibi yürüyüp gitmeye devam ettiler. Gözlerimin buharlaşmayacağına emin olduğum bir anda ellerimi çekerek karşımdaki manzaraya baktım. Sütunun üzerinde devasa boyutlarda bir madalyon parıldıyordu.
Ne yapacağımı bilemez halde kısa bir süre orada öylece dikilip karşımda parlamakta olan madalyona baktım. Bunun anılarda gördüğümüz madalyon olduğuna şüphem yoktu ikisi de aynı mükemmel oval biçme sahipti. Yani bilgi her nasıl alacaksam bizi madalyona götürecekti. Hayalet kız kaybolmadan önce nerede olduğunu söylemez miydi yani?
Kararsız adımlarla havada asılı duran madalyona yaklaşarak elimi kaldırdım.
“ Lütfen bunu yaptığıma pişman olmayayım.”dedim kendi kendime. Parmaklarımı yavaşça ona değdirmemle madalyonun savrularak açılması bir oldu. İçinden neredeyse salonun bu köşesini yutacak kadar çok altın fışkırırken refleks olarak geri sıçradım. Oysa altınlar bana değmiyordu bile. İçimden geçip gidiyor sadece yerde birikerek hayali dağcıklar oluşturuyordu. Neler döndüğünü anlamaya çalışarak etrafıma bakındım ama görebildiğim tek şey sandıklar dolusu altın paraydı. Bu hayali paranın bize ne gibi bir faydası olabilirdi ki?
Başımı yeniden kaldırıp açılmış madalyona baktım. İçinde hareket eden görüntüler vardı. Nedense bu, madalyonun altın kusmasından daha şaşırtıcı gelmişti. Etrafa yaydığı ışık şekil almaya görüntüler netleşip hayat bulmaya başladı. Ne kadar netleşse de beyaz bir perdenin ardından izlemek gibiydi ancak yine de hiç yoktan iyiydi. Artık yüzünü ilk görüşte tanıdığım bakır saçlı güzel kadın, leydi, görüntüye girdiğinde dikkat kesildim.
Birilerinin onu takip edip etmediğinden emin olmaya çalışır gibi temkinli adımlarla yavaşça ilerliyordu. Gece olmasına rağmen etraf son derece aydınlıktı, ya yakınlarda bir ışık kaynağı olmalıydı ya da çevresinde ay ışığını engelleyebilecek herhangi bir yapının olmadığı bulutsuz bir gece… Her şekilde leydi buna daha fazla kafa yormama izin vermeden harekete