-36-
Nisan
“ Gerçekten yapacak işin yok mu?”dedim kaşlarımı çatarak. Çocuk gibi mızıldanıp bana daha çok sokuldu.
“ Bundan iyi herhangi bir iş olamaz.” Gülmemek için yanağımı ısırdım. Son iki ay gerçekten rüya gibiydi. İstediğim her şeye sahiptim. Dışarıda daimi fırtınalı bir hava vardı. İçeride beni bir saniye olsun yalnız bırakmayan dostlarım ve Derin’in söz verdiği üzere istediğim her an sıcak çikolata servisi. Neredeyse en önemlisini saymayı unutuyordum! Ne okul ne merkez yoktu! Kimse bunu umursamazken kahramanım Hilal çevirdiği dolaplarla benim bir şekilde liseden mezun olmamı sağlamıştı. Tabi komadayken bir üniversiteye gidememiştim ama kimin umurundaydı ki? Hayatımın sonuna kadar bana yetecek param, uzun bir yapılacak listem ve en az 3 bölüm bitirmiş kadar bilgim vardı. Tabi ki bu gıyabında bölümlerden hiç biri bir atom fiziği statüsünde değildi… Daha çok beden eğitimi öğretmenliğine yakındı ama hey, üniversite üniversitedir değil mi?
Abimin organizasyon başkanı oldu gerçeğini sindirmem biraz vakit almıştı. Yetkilerini azımsayacak değildim sadece artık daha göz önünde olacak olması beni rahatsız ediyordu. Her şeyin nasıl da alelacele olduğunu öğrenmemin de kesinlikle yardımı dokunmuyordu. Ah, ama Derin, Hilal, Arda, Kuzey, Tara, Aislin ve benim başkanın özel takımı içinde yer almamız hoştu tabi. Çünkü bunun anlamı diğer herkes gerçekten bir görev yaparken Nisan ölümden yeni dönme iznine ayrıldı demekti. Diğerlerinin henüz bundan haberi olmasa da o izin artık bugün bitiyordu. Yapmam gereken, yapmamız gereken çok şey vardı. Hatta her ne kadar sinirlerimi bozan bir tabir olsa da aslında her şey yeni başlıyordu.
Pes ederek elimdeki havluyu parke zemine bıraktım. Derin zafer kazanmış bir ifadeyle bana sırnaşmayı bırakıp kollarını iki yana açtı. Bu sefer gülümsememi durduramamıştım. Sırtımı soğuk duvardan ayırarak Derin’in bacaklarının arasına oturup ona yaslandım. Kolları saniye beklemeden bana dolanmıştı. Çenesini omzuma dayarken ikimizde karşımızdaki duvarın tamamını kaplayan aynadan kendimizi izliyorduk.
Derin’in evinde ikimizin de uyumak için kullandığımız odalarımızın dışında birer gizli odamız vardı. İkimiz de diğerinin o odayı ne amaçla kullandığını bilmiyorduk ve asla bakmayacağımıza söz vermiştik. Sanırım hayatlarımızın birbirimizden saklamaya çalıştığı o küçücük kısmını bu odalara kilitleyerek rahatlıyorduk. Gerçekten de ben dönünceye dek bu odalara bakmamıştık ama dönüşümün üzerinden bir hafta geçmişken Derin bana kendininkini göstermek istediğini söylemişti.
Sanırım bunun hayatımda aldığım en büyük hediye olduğunu söyleyebilirdim. Odaya adımımı attığım anda nefesimin nasıl kesildiğini, kalbimin nasıl maraton koşmaya başladığını kapısının önünden geçtiğim her zaman tekrar yaşayarak hatırlıyordum. Bu Derin için bile inanılmaz bir şeydi… Odanın tüm duvarları hatta zemini ve tavanı bile yüzlerce çizimle doluydu. Köşeleri birbirinin üzerine taşıp kimini neredeyse görünmez yapacak kadar çok, üst üste asılmış karakalem olan çizimler… Hiçbiri renkli değildi. En fazla derinlik vermek için birkaçında grinin tonları kullanılmıştı. Beyaz zemin üzerindeki Derin’in elinden çıktığını bağıran siyah çizgiler akıl almaz derecede mükemmel görünüyordu. İlk anda tam bir kaosu andırsa da aslında hepsi mükemmel bir uyumla ve belli bir düzene göre dizilmişti. Kapının yarattığı rüzgârla hareket ettiklerinde oda canlıymış gibi hissettiriyordu insana.
Sahneler, fonlar, ifadeler, resimdeki figür sayısı tek bir ortak nokta dışında hepsi değişiyor her çizimde başka nefes kesen bir dünya sunuyordu. Küçük bir kız, kapının solundan başlayarak her resmin başrolünde oynuyordu. Ağlıyor, gülüyor, koşuyor, ağaca tırmanmaya çalışıyordu… Ve zamanla büyüyordu… Odanın içinde attığım her adımda kızın parıldayan gülümsemesi soluyor, yalnızlaşıyordu. Ama hala gülüyordu… Boyu uzuyor, yüz hatları iyice oturmaya başlıyordu. Çenesini yumruğuna dayamış camdan dışarıyı izliyordu. Saçları yastığı ele geçirmiş taşan bir nehir gibi dağınıkken gülümseyerek uyuyordu. Elinde dumanı tüten bardağına üflüyordu. Koltuğa tutunup gülmekten iki büklüm olmuşken dengesini sağlamaya çalışıyordu. Ve büyüyor, büyüyor her saniye aynada gördüğüm yansımaya biraz daha benziyordu.
Tüm hayatım Derin’in elinden kâğıtlara dökülüyordu. Odanın ortasında Derin’e sarıldığımda beş dakika içinde neredeyse uçakta ağladığımın üç misli ağlamıştım. Derin’in bu odayı neden yaptığını ve beni neden asla içeri almadığını çok iyi biliyordum. Abimle zihnimden sildiği neredeyse her bir anı benim için bu şekilde saklamıştı. Birinin benim için yaptığı en mükemmel şeydi. Sonsuza dek kalbimi sıcacık tutacak kadar kucaklamayla doluydu o oda. Yüzümü, gülüşümü benden bile daha iyi biliyordu. Beni kesinlikle benden daha iyi tanıyordu. O çizimlerden bana olan hisleri ruhuma süzülüyordu. Onsuz olamayacağımı, nasıl kaybolup yok olacağımı kulağıma fısıldıyordu.
“ Peki, neden hepsi renksiz?”diye sormuştum geçen gün merakıma yenilip. Elindeki su bardağının ardından gülümsemiş cevap vermek için hiç acele etmeden önce tezgâha yaslanıp anın tadını çıkartarak suyunu içmişti. Hiçbir şey demeden bardağını bırakarak bana elini uzatmıştı. Kaşlarımı kaldırarak elini tutmuş ve beni kendi gizli odamdaki aynanın karşısına götürene kadar soru sormadan uslu durmuştum. Beni aynaya iyice yaklaştırıp yüzümü kapatan saçlarımı geri çekmişti.
“ Gülümse.”demişti. Aslında o an hiç içimden gülmek gelmiyordu ama yüzüne baktığımda yaramaz çocuk ifadesi bana da bulaşmış elimde olmadan gülmeme neden olmuştu.
“ Her çizimi bu nefes kesen renge boyadım… Renksiz değiller.”
Eskiden ona olan duygularımı nasıl saklayabiliyordum ki ben?
Stevie Wonder’ın I just called to say I love you şarkısı gizli odamda yankılanırken aynadaki yansımamıza gülümsedim. Benim odamsa son derece sıradan bir dans stüdyosuydu. Dans etmeyi çok sevdiğim ama bunu kesinlikle gözlerden uzak yapmayı tercih ettiğim için gizli odamı bu amaçla kullanmayı seçmiştim. Parke zemin, ayna ve evi gümbürdetebilecek kalitede olsa da asla sesini sonuna kadar açamadığım müzik sistemim. Odam bundan ibaretti. Derin’inkini gördükten sonra kesinlikle kendimden utanıyordum ama onunkinin şokunu üstümden atar atmaz ona kendi odamı göstermiştim. Benimle ilgili bilmediği bir şeyin olması onu hem dehşete düşürmüş hem de çocuk gibi heyecanlandırmıştı. Bana dans edişimi izlemek için yalvarırken yüzünde o gülümsemeyi görmek aslında odamı bu amaçla kullanmaya değerdi. Artık hiçbir gizlimiz olmadığı için Derin’in son ve en büyük hobisi beni bu odayı kullanırken basmaktı.
“ Aslında o meşhur tavşanlı pijamalarınla dans edişini bir görmek isterdim. Çok asil duracağına eminim. ”dedi kıs kıs gülerek.
“ Ha, yani kalkmamı istiyorsun.”dedim kalkmak için sahte bir hamle yapıp. Mızıldanarak beni geri oturttu.
“ Özür dilerim, özür dilerim!” Üzerimdeki bol ve kısa tişörtü düzelterek dans kıyafetime aklı sıra itibarını iade etti. Tabi gözü üstündeki yazıya takılınca gülmemek için boğuluyormuş gibi sesler çıkartmaya başladı. Gri tişörtün üzerinde kocaman bir hilal vardı ve üzerinde dev puntolarla parıltılar saçan bir moonlight yazısı vardı.
“ Ha ha, çok komik! Satın aldığım yerde tişörtün yan etkilerinden bahsetmiyorlardı tamam mı?” Ona kızmaya çalışıyordum ama ben de gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Şimdi kabul etmeliydik, bu kesinlikle ironik ve komikti.
“ Ayas’a da üzerinde aynı parıltılı harflerle Boss yazan bir tane bulup alma olasılığımız ne sence?”dedi artık durduramadığı kahkahalarına mola verdiği sırada.
“Bizdeki şansla oldukça yüksek.” Stevie Wonder’ın sesinin son tınısı da yok olurken liste otomatik olarak diğer parçaya geçti. Shin Hye Sung ve Lyn’in düeti Buen Camino odayı doldururken Derin gülmeyi bırakmış bana bakıyordu. Ayağa kalkarak bana elini uzattı. Elini tutup beni kaldırmasına izin verirken kalbim ritimle bir atıyordu.
Derin beni çevremde bir kere döndürüp kendine çekerken Lyn o kendine has tınılı mükemmel sesiyle kafamdaki tüm soru işaretlerini yok etmişti. Daha önce kimseyle dans etmemiştim… Hele böylesini aklımın ucundan bile geçiremezdim. Ruhumun melodiyle Derin’in gözleri arasında bir yerde kalakaldığını hissediyordum. Aslında ne yaptığımı, nasıl hareket ettiği bile bilmiyordum. Sadece içimden ne gelirse onu yapıyordum. Tek başına dans etmek özgürlüktü… Ben olmak için elime geçen inanılmaz bir fırsattı ve bunu yaparken doğru şeyi yaptığımdan emin olarak hissettiğim o özgüven başka hiçbir şeyde yoktu.
Ama Derin’le dans etmek büyüydü. Danstan mı ondan mı yoksa müzikten mi kaynakladığını bilemediğim aklımı başımdan alan bir büyü… Sanki birbirimizin aklını okuyormuş, bunu yıllardır yapıyormuşuz gibi birbirimizin adımlarını takip ediyorduk. Derin yüzü bana yaklaştıkça, bana dokundukça kesilen nefesim bana onun danstan bile daha doğru olduğunu söylüyordu.
Üzgünüm, çok uzaktayım… Burası çok ıssız…
Derin’in lacivert gözleri benimkileri parıltısıyla okşarken şarkı devam ediyordu.
Önemli değil, ben sadece senin için bekliyorum… Birbirimizi sonsuza dek sevebileceğimiz o gün, geliyor işte…
Yavaşlayan ritimle ikimizde neredeyse durmuştuk. Derin tıpkı uçakta yaptığı gibi alnını benimkine yaslamıştı. Avuç içlerime dokunan parmakları sanki piyanoyu o çalıyormuş gibi uyumla hareket ediyordu ve sanki o anda Derin melodinin ta kendisi oluyordu.
Şarkının devamı sadece orada olduğunu bildiğim için algılayabildiğim basit bir detaya dönüşmüştü. Derin parmaklarını benimkilerle kenetleyip dudaklarıyla dudaklarımı örterken bu his dışında her şey bulanıklaşıyordu. Hala elinden kayıp gidecekmişim gibi tedirgindi. O kadar şefkatli ve o kadar nazikti ki bazen gerçek olduğuna inanamıyordum. Beni öperken bana dokunmasa, dudaklarının hissi benimkileri yakmasa orada olmadığını bunun sadece benim hayal gücümün bir ürünü olduğunu düşünebilirdim.
Geceleri bu korkuyla uyanıp ona sıkı sıkı sarıldığım oluyordu. Ya hala Arya’nın yanındaysam ve tüm bu yaşadıklarım hayalden ibaretse diye düşünüyordum. Derin her seferinde korkumu hissetmiş gibi uyanıyor ve ben sakinleşip yeniden uyuyuncaya kadar benimle konuşuyordu. İşte o zaman anlıyordum. Bu gerçek olmak zorundaydı çünkü hayal gücüm asla Derin gibi mükemmel bir varlık yaratamazdı.
Güneş batmış karanlık iyice bastırmıştı. Üzerimi düzeltip uzayan saçlarımı dağınık bir topuz yaparken Derin’in mutfakta çıkarttığı sesleri duyabiliyordum. Basit ve net bir şekilde eğer Arya sana Tara’nın beyninde yemek pişirme dersleri de vermediyse mutfağa adımı atamazsın. Artık kimsenin ölmesini istemiyorum diyerek beni mutfağa yemek amaçlı girmekten men etmişti. Birilerinin ona tüm yemek yapma girişimlerimin henüz on yaşındayken olduğunu hatırlatması gerekiyordu ama ben de kendime en az onun kadar güvenemediğim için kuzu kuzu kabul etmek zorunda kalmıştım.
Kuzey ve Hilal gün içinde sürekli okulda oluyorlardı. Aileleri yüzlerini bile göremediklerini iddia edip mırın kırın ettiği için onları artık her gün göremiyordum. Arda sebebinin beni kıs kıs güldürdüğü bir kararla NBA’yi bırakarak Türkiye’ye dönmüş ve Anadolu Efes’te oynamaya başlamıştı. Hilal’den uzak kalamadığı çok barizdi. Ben ortalarda yokken aralarında bir şey olmuştu. Ne olduğu bilmiyordum ama Arda’nın Hilal’e olan bu sabrının hep bir sebebi olduğunu tahmin ediyordum. Beni dehşete düşüren şeyse Hilal’in artık Arda’nın yanın aptallaşması, elinin ayağının birbirine dolaşmasıydı. Arda bütün bunları sadist bir zevkle izliyor ve Hilal kendi kendine bazı şeyleri itiraf edene kadar ondan beklemeyeceğim kadar sabırlı davranıyordu. İkisi yan yana gelince gülsem mi yoksa gidip sündürene kadar yanaklarını mı sıksam bilemiyordum. Öte yandan abimle Tara, hımm… Eh, bence bu daha bizi Rusya’daki yer altı geçidinden aldığı zamandan beri ortada olan bir şeydi.
Bunu nasıl anlatacağımı bilmiyordum ama abimin yüzüne bakınca Tara’nın onun ruhundaki buzları eritip yaraları sardığını görmenin bende yarattığı mutluluk tarif edilemezdi. O yaraların çoğuna benim sebep olduğumu düşünecek olursak yüzündeki o sıcacık gülümsemenin sebebi bir marul dahi olsaydı gidip o marula sarılırdım herhalde. İşte tarif edememek böyle bir şeydi…
Tara, Abim ve Aislin zamanlarının tamamını merkezde geçiriyordu. Derin de her gün onların yanına gitse de onu benim sağ olduğumdan emin olmak için geri eve kışkışlıyorlardı. Buna ikimizin de kesinlikle itirazı yoktu tabi ki! Hilal ve Kuzey bile merkezde Derin’den daha çok vakit geçiriyorlardı.
O yüzden akşamları çok kıymetliydi. Çünkü çakılar sağ olsun akşamları yemek için olmasa bile hep bir araya gelebiliyorduk. Kimileri evlerinde onları bekleyen bir aileye sahipti, bense oturup ailemi bekleyeceğim bir eve.
Üstelik bu akşam özeldi. Aynaya bakıp yansımama sırıtarak kapıya yöneldim. Bu akşam tatilimin bittiği akşamdı. Onlar bana ben yokken neler yaşadıklarını ben de onlara Arya’nın yanında neler yaptığımı uzun uzun anlatmıştık.
Şey… Birkaç ayrıntıyı bensiz giderler diye atlamış olabilirdim tabi ama Kuzey’in kaçırıldığında öğrendiği şeylerden sonra tahmin etmeleri gerekirdi.
Hepsinden önce Arya’ya verdiğim sözleri tutmalıydım. Artık kendimi bunun için yeterince güç toplamış, formumu geri kazanmıştım. Ona ölmesine yardım edeceğime söz vermiştim. Tabi bunun için önce çözmem gereken pek çok problem vardı. Bir hayaleti nasıl öldüreceğimi henüz bilmemem gibi… Ama bu sadece basit bir başlangıçtı çünkü esas mesele artık Adam, yani Walker ve benim aramdaydı.
Bizleri üstün ırk olarak görüp insanların bize hizmet ettiği bir dünya düzeni yaratmasına izin veremezdim. Eğer Arya haklıysa Yaman’ı öldürdüğüm gün yok ettiğim ruhların yanında hiç kalacağı güçte ve sayıda bir ordu topluyordu, onun gözünde her şeyi yok eden insanları yok etmek için.
Gerçekten oyun oynamayı seviyorsa onun için mükemmel bir oyunum vardı. Benim oyunum ve benim kurallarım… Bu sefer işler değişecekti.
Merdivenlere vardığımda aşağıda herkesin toplandığını belli eden kahkahalara doğru tereddütsüz, kocaman bir gülümsemeyle koştum.
Her şey daha yeni başlıyor derken öylesine ciddiydim ki…
İKİNCİ KİTABIN SONU
Comments