top of page
Yazarın fotoğrafısky-rie

Öykü - SİLİK

Güncelleme tarihi: 22 Nis 2019


SİLİK

Hayalet… Bana söyledikleri, beni tanımlamak için kullandıkları kelime buydu. Şeffaf mıydım? Hayır. Ölü müydüm? Bildiğim kadarıyla yine hayır. Ama olduğum şey insanların görmekten hazzetmediği bir şeydi. Pek konuşmayan, gözlerini dikip bakan bir çocuktan kimse hoşlanmazdı.

Neden gülmüyor?

Neden öylece bakıyor?

Neden konuşmuyor?

Neden hareket etmiyor?

Neden şöyle, böyle, öyle, değil, ediyor, etmiyor, uzayıp gidiyordu… Sorular soruları doğuruyordu ve insanlar iyi bir cevap bulamamaktan hoşlanmıyordu. Evet, “iyi” bir cevap bulamamaktan. Çünkü herhangi bir cevap bulamamak onlar için bir seçenek değildi. Türetiyor, inanıyor, sonra utanmadan beğenmiyorlardı.

Beğenmeyince de hayalet diyorlardı.

Aslında bu beni pek üzmüyordu. Zannettiklerinin aksine ben de her çocuk kadar gülüyordum. Ama içime. “ Senin dudakların yorgun, kıpırdamıyor. ”derdi Çaydanlık. Çaydanlık bizim mahallenin delisiydi. Gerçek adını hiç sormamıştım. Çünkü Çaydanlık ismi bana göre yeterince gerçekti. Bazıları ona Bakkal Ahmet’in kafayı sıyıran oğlu da derdi. Kafa nasıl sıyırılır, nasıl Çaydanlık olunur, çok emin değildim. Yaz-kış üzerinden çıkarmadığı ceketin ceplerinde siyah, çıtır çıtır kurumuş çay yaprakları taşırdı. Biri cebini boşaltmaya kalksa kıyameti koparır, “ Daha demlenmedi! ”diye ağlar, ilk fırsatta da kaçıp giderdi. Giderken arkasından siyah çaydan oluşan bir iz bırakırdı. Kış geldiğinde konuşurken ağzından öyle dumanlar çıkarırdı ki bizim evdeki çaydanlığı hatırlayıp sonunda demlendiğini düşünürdüm. Bunu üzülmesin diye ona hiç söylemedim. O hiç demlendim demedi. Ne kadar dökerse döksün ceplerindeki çaylar da hiç bitmedi. Bu yüzden herkes ona Çaydanlık derdi. Bana da Hayalet. Dolayısıyla iyi arkadaştık.

Bana arada Aslı Hanımın silik kızı da derlerdi. Doğrusu hayaleti tercih ederdim çünkü silik ne demek olduğunu o zamanlar bilmiyordum. Sonradan bana Çaydanlık öğretti. (Ona herkes deli der ama o çok bilgilidir. Eline cebinden bir tutam çay yaprağı alınca hikâyeler anlatıverirdi.) Silik, silinmek üzere olan demekmiş. Tam görünmeyen…

Bence ben bayağı nettim.

Ama bunu öğrendikten sonra işimi garantiye almak için daha koyu renk giyinmeye başladım. Bizim mahalledeki bütün evler kireç sıvalı olduğundan daha koyu renk giyinirsem tam görünebilirim diye düşünmüştüm. Bu fikrimi Çaydanlık’a söyleyince, “Sen fazla zekisin.” diyerek beni onayladı.

Ben silik değildim.

Ben hayalet de değildim ama işte… Hayaletlik için elimden bir şey gelmezdi ama en azından silinip kaybolmamak için çabalayabilirdim. Dudaklarımı kullanarak gülmeye çalışmaktan çok daha kolaydı. Annem, yani silik kızın annesi Aslı Hanım, “Sekiz yaşında bir çocuğa böyle koyu renkler giymek hiç yakışmıyor.” derdi. Oysa Çaydanlık çok zeki olduğumu söylemişti. Ben de tabii ki onu dinlemeyi tercih etmiştim.

Hem koyu renk giysili hayalet olmazdı. Çaydanlık’ın da dediği gibi bu tam bir çayla iki kuş durumuydu. Yani en azından ikimiz de o an öyle düşünüyorduk. Sonra bir gün, ne bir önceki günden ne de ondan önceki günlerden hiçbir ipucu vermeden geliveren o gün; Hayalet ile Çaydanlık, Silik ile Kafayı Sıyırmış olarak hayatlarımız adlarımızı hak edercesine değişti.

Sabah her şey yine olanca can sıkıcılığıyla başlamıştı. Koyu renkli giysiler konusunda haklı çıkmıştım. Kireç duvarların arasında asık yüzüm, yavaş adımlarım o kadar belirginleşmişti ki sanırım artık bana bakanların gözleri acıyordu. Bunu bir süre yüzüme baktıktan sonra gözlerini pörtletip kafalarını çevirmelerinden ve hatta yollarını değiştirmelerinden anlıyordum. Ama bir şeyler en az onlar için olduğu kadar benim için de yanlıştı.

En son oyunlarına katılmak istediğim için yanaştığım Hülya Hanımın gereksiz netlikteki çocukları tarafından taşlanmıştım. Taş… Şu bildiğimiz gerçek taşlardan. Arabaların tekerlerinin arasına sıkışan küçük çakıltaşlarından değil. Net çocukların ellerini dolduran ve hatta parmaklarının arasından taşacakken katı olduğunu hatırlayıp şekilsizce donakalmış taşlardan... Biri tam başıma, sol kaşıma isabet etmişti. Sanki önceden mahalleli bana laf ettiğinde ya da küçük taşlar attığında silik biri olduğum için içimden öylece geçip gidiyordu. Ama şimdi belirgindim ve bütün bunlar canımı yakıyordu. Başım kanamıyordu ama ölüm gibi acıyordu. Pek gülmediğim gibi genelde gözyaşı da dökemediğimden Çaydanlık dışında kimse canım acıyor dediğimde bana inanmıyordu. O yüzden koştuğum yer hep Çaydanlık’ın yanı oluyordu. Tıpkı şimdi de başımı tutarak yaptığım gibi.

Çaydanlık’ı bulmak hiç zor değildi. Aklı başında babasının bakkalının civarında ya da mahalledeki diğer her şey gibi kireç sıvanmış çeşmeye çıkan mezarlık yolunda dolanıyor olurdu. Bugün de diğerlerinden farklı değildi. Çaydanlık’ı elimle oraya koymuşum gibi çeşme ile mezarlığı ayıran duvarın üstüne tünemiş buldum. Hikâyemi dinlerken oturduğu yerden, yaramı nasıl yıkayacağımı anlattı. Suyun içinde dağılan kan meğer bizim acımızmış, öyle dedi. “Sen yıkadıkça o dağılacak, dağıldıkça artık acımayacak.” O böyle dağılmaktan bahsedince suyun içinde ipliksi kolları iyice görünmez olan kanıma baktım. Aklıma gelen kelime silikti. Silikleşmekti. Bu düşünce hoşuma gitmediği için ağzımı açmadım.

“Taşladıkları sen değilsin, benim.” dedi ben çeşmeyi kapatırken. Yüzüme bile bakmıyor, elindeki çay yapraklarıyla oynuyordu.

“Seninle ne alakası var ki? ”dedim temizlenen alnımı ovuştururken. Acısı akıp gittiği için aslında artık ovuşturmama gerek yoktu. Zaman zaman taşlanmama rağmen daha önce kafama hiç bu kadar büyük taş yememiştim. Oysa Çaydanlık’a kimse dokunmazdı. Esas taşlamak istediklerinin o olması çok saçmaydı. Bir kere Çaydanlık’ı burada herkes severdi. Kafayı sıyırmak, silik olmaktan daha hoş karşılanan bir sorundu. Belki de kapkara giyinip başıma taş yiyeceğime ben de gidip ceplerimi çayla doldurmalıydım. Silik ya da net olmayı bırakıp ben de Çaydanlık olabilirdim. Tamam, Çaydanlık benden hem büyük hem uzundu ama en kötü, demlik olarak işe başlardım. İki deli bütün mahallenin çay ihtiyacını karşılardık. Bence muhteşem bir fikirdi. İyi fikirleri kaçırmamak için ucunu bir yerlere sımsıkı bağlamak gerekirdi. Bunu da tabii ki Çaydanlık söylemişti. Ben iyi fikirlerimin ucunu hep ona bağlardım ki uçup gitmesin.

“Sen gerçekten zeki bir kızsın! ”dedi fikrimi ona bağladığımda. Bu gün ilk defa gülmüş, yüzüme bakmıştı. O gülünce ben de güldüm. İçime tabii. Ama onun anladığından emindim.

“İstersen demlik olabilirsin.”

“Gerçekten mi?”

“Tabii ki.”

“Ama gerçek-gerçek-gerçekten mi?”

“Hem de en gerçeğinden.” dedi ve oturduğu duvardan kireç bulaşan beyaz elini kaldırıp işaretparmağını şakağına dayadı. “Sonuçta tek ihtiyacımız olan bu.”

“Nasıl yani?”

“Bundan sonra senin demlik olduğunu düşüneceğim. O zaman sen de demlik olacaksın.”

“Bu kadar kolay mı?”

“Bu kadar kolay!”

“O zaman neden silik olmadığımı hiç düşünmedin?”

Durdu. Bazen, çok nadiren, söylediğim şeyler hoşuna gitmeyince Çaydanlık dururdu. O anlarda o konuşana kadar konuşmazdım. Bir şeyler söylesin diye öylece dikilirdim.

“Demlik güzel fikir…” dedi sonra birden. “Neden daha önce düşünemedim?” Beyaz ellerini cebine atıp yine bir avuç çay çıkarmıştı.

“Soruma cevap vermedin!” diye üsteledim.

“Sen çok zeki bir kızsın! Demlik tabii! Sen çayı da çok seversin hem!”

“İyi ama neden silik olmadığımı, net olduğumu düşünmedin?”

“Demlik… Ve çay… Hımmm…”

“Çaydanlık, neden hayalet olmadığımı düşünmedin?”

“Evet, evet. Bu kadar kolay! Demlik mükemmel bir fikir!”

“Çaydanlık!” diye bağırdım. Kendi kendine konuşmayı bırakıp bir anlığına bana baktı. “Beni sen mi hayalet yaptın?” dedim hem korku hem öfkeyle. Her zamanki gibi onlar da içimeydi. Ama Çaydanlık anlardı. Tekrarladım: “Beni sen mi hayalet yaptın o zaman? Düşünerek?”

Çaydanlık kafasına taş atmışım gibi irkildi. Siyah gözleri önce büyüdü sonra iyice küçüldü. Çay tutan elleri titredi. O hışırtılı çatırtılar sanki parmak boğumlarından geliyordu. Yüzü çeşmenin duvarıyla neredeyse aynı renk olmuştu. Onu ilk defa böyle görüyordum. Nedense korkmadım bu görüntüsünden. Yine de anlam veremedim.

“Ben yapmadım.” dedi. Sesi o kadar kısıktı ki zor duymuştum. Kelimeleri benden daha silikti. “Benim suçum değildi.”

“Ne suçu?” dedim. Yapabilsem kaşlarımı çatardım.

“Sen çayı seversin. Hep severdin.”

“Ne diyorsun?” Elimi uzatıp çatırdayan çaylar arasında parmaklarını tutmak isteyince çığlığı bastı.

“DAHA DEMLENMEDİ!”

“Tamam, tamam! Özür dilerim!” Ama o beni duymuyordu.

“DAHA DEMLENMEMİŞTİ!” Avcundaki bütün çayı yüzüne bastırarak ağlamaya başladı. “Daha demlenmemişti! Demlensin diye bıraktım. Demlensin diye ocakta bıraktım sadece! Beş dakikaya olurdu… Uyumayacaktım ki… Beş dakikaya alacaktım ocaktan!”

Durdu. Çay akan gözleriyle başını kaldırıp bana baktı.

“Neden beni uyandırmadın? Neden kendin almaya çalıştın?”

“N…Ne?”

“Daha demlenmemişti… Yo, daha demlenmedi…”

“…”

“Sen çayı çok seversin. Hep severdin... Demlik olabilirsin.”

“ …”

“Evet, evet! Demlik! Seni akıllı kız! Demlik ol bakalım! Ama sakın bir daha harlı ateşle oynama, tamam mı? Daha demlenmemişti çünkü. Daha demlenmedi.”

Hayalet… Bana söyledikleri, beni tanımlamak için kullandıkları kelime buydu.

Şeffaf mıydım?

Hayır.

Ölü müydüm?

Bildiğim kadarıyla yine hayır.

Ama olduğum şey insanların görmekten hazzetmediği bir şeydi.

Kiminin kafasındaki, kiminin kalbindeki delik benzeri bir şeydi.

Ve o şey, her ne idiyse,

Kesin olarak,

Silikti.

59 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page