OLSUN
Yuvarlak bir masa, masanın üzerinde cam vazo, vazonun hemen yanına iliştirilmiş arkası yapışkanlı pembe kâğıtlar… İşte benim dünyamın merkezi buydu. Benim bütün yollarım bu masaya çıkardı. Ne kadar uzağa, ne süre için gittiğimin hiçbir önemi yoktu. Sonu bu masada olurdu. Kalbim burada atardı benim. Ahşabın damarları benim damarlarımdı. Onu, üzerinden geçen onca yıla rağmen dimdik tutan kıvrık asma işlemeli ayakları benim ayaklarımdı. Vazosunun içine dolduğu hava kadarını nefes diye alırdım. O vazo her zaman boş olurdu. Yoksa tıkanırdım. Onun camdan bedenini gölgeleyecek hiçbir çiçeğe tahammülüm yoktu. Çünkü görebilmeliydim. Dünya da yıkılsa, kıyamet de kopsa yanındaki yığından koparılmış pembe kâğıt üzerine yapıştırılmışsa, bunu görebilmeliydim.
İşte benim için yaşamanın tarifi buydu.
O pembe kâğıtta hiçbir şey yazmazdı. Ama beni karşısına oturtsanız ona bakarak size romanlar okurdum. O kâğıtlar vazonun üzerinde olduğu sürece ben de var olurdum. Yoksa ben de yoktum.
Benim ümitlerimin rengi pembeydi. Eşek kadar adamın bunu söylemesi belki biraz garipti ama ne yaparsın, gerçekten de öyleydi.
Masa annemden kalmaydı. Vazoyu ben seçmiştim. Pembe kâğıtlarsa Aylin’in fikriydi. Pembe kâğıt vazonun üzerindeyse Aylin evde demekti.
Açıkçası önce hangisini anlatmalıyım bilemiyorum. Aylin’i mi yoksa evi mi? Kafamda ikisi öyle iç içe geçmiş ki yumağın ucunu bulamıyorum. Aylin mi evin en güzel köşesiydi yoksa ev mi onun dekoruydu? Tabii ki bir insan bir evden daha önemli, hiyerarşik olarak da daha üst konumda olmalıydı. Hele ki ikisinin hayatınıza girmesi arasında on yıllar varsa. Ama gelip ikisini yan yana, iç içe görseniz ne demek istediğimi anlardınız. Ben ikisiyle de bir türlü bütünleşemezken kaşla göz arasında onlar tek vücut oluvermişti.
Olsun.
Madem ayıramıyorum ben de ikisini aynı anda anlatırım. Bir cümle evden bahsederken ötekini Aylin’e dolarım. Artık hangisinden bahsettiğimi anlamayı da çoğunlukla size bırakıyorum.
Onunla ilkokul yıllarında tanışmıştık. Gökten hayatımın tam ortasına düşüvermişti. Diğerini ise on yıl kadar önce kendime otuzuncu yaş hediyesi olarak aldım. Adresimi ezberleme zahmetine bile girmeyeceğim kadar sık taşınıp, seyahat ettiğim bir işim vardı. Bizim hayatını yeme tazminatı dediğimiz dolgunlaştırılmış maaşım sayesinde otuzumda hayalimdeki evi alıp, dayayıp döşeyecek kadar param olmuştu.
Ha, bu arada hayatıma düştü derken şaka yapmıyordum. Gök olmasa da birinci kattan düşmüştü. Aynı sınıftaydık onunla. Ben önde oturup dersini dinleyen inektim. O da arkada oturup dersi kaynatan, öğretmenlerin çok zeki ama harcanıyor yavrucak dedikleri türden hiperaktif bir veletti. Birbirimizi tanırdık. Ama ancak beni okul bahçesinde binanın köşesine sıkıştırıp elimdeki kitapla dalga geçip, beni tartaklayan üst sınıfların üzerine birinci kattan atladığında arkadaş olmuştuk. Haksızlığa pek gelemezdi kendisi. Nitekim evim de öyleydi. Onu dinlemeyip ihtiyaçlarını umursamazsam Aylin’le bir olup hakkını alana kadar hayatı bana dar ederdi. Komşu evleri okşayıp geçen rüzgâr benimkinin camını kırardı. Tam duş alayım dediğimde sıcak su biter, böcekler yalnızca benim odamda çıkar, yazın ortasında su borusu patlar, iş başına oturduğumda elektrikler gider, veranda keyfi yapayım dediğimde fırtına çıkardı.
Olsun.
İyi ki Aylin her gördüğü haksızlığa atlıyordu. Hayatımda o ve pembe kâğıtları olmasa ne yapardım bilemiyorum. Neyse, sonuç olarak üzerine atladığı iki çocuğu bayıltmıştı. Bayıltmıştı da ne oldu? Ambulans geldi hastane mastane derken üç saate ikisi de turp gibi çıkıp evlerine gitmişlerdi. Olmayan beyin hücreleri zarar da göremiyordu tabii. Bizim kızınsa dizi parçalanmıştı. Ameliyatlarla çok zor düzeldi. Hala koşamaz, biraz aksar sol bacağı. Süper kahraman inişi, süper kahramanların ve onların çimento kaplı kemiklerinin işiydi. Aylin’se o dönemde sadece kahramandı. Evin içinde dolaşırken çıkan gıcırtı ve iniltiler ahşaptan mı Aylin’in dizinden mi gelir hala emin olamam.
Evim dünya üzerinde bir yerde. Nokta atışı yerini vermek istemiyorum. Benimki sosyal medyada sürekli paylaşılan hepinizden tiksiniyorum evlerinden. Takdir edersiniz ki uzak olmak için bunca çileyi çektiğim insanlara açık adresimi vermem abesle iştigal olur. Yurttan ne anladığınıza bağlı olarak yurtiçi de olabilir yurtdışı da. Dört bir yanı üzerinde hiçbir çorak toprak parçasının görülmeyeceği kadar sık ormanlarla örtülü dağlarla çevrilidir. Yazı-kışı hep serin, soğuk olur. Arabayla yarım saat, kırk beş dakikalık bir mesafede büyükçe bir şehir var. Deniz kenarı. Aksi gibi orası da hep sıcak olur. Bu yüzden dağlardan üzerimize şarıl şarıl sis akar. Aynı debisi yüksek bir nehir gibi… Burada yaşayana kadar sisin kokusunun ya da daha da önemlisi sesinin olduğunu bilmezdim. Şehirden getirdiği fısıltıları döke saça gelir verandama kadar. Ben pek dinlemem. Dinleyecek olsam şehirde yaşarım. Ama Aylin seviyor. Çatlak kadın, oturup bazen sisle konuşuyor. O ne zaman sisle konuşmaya başlasa evin duvarlarını oluşturan kütüklerden içeri duman sızıyor. Aylin sigaradan nefret eder, ev onun yerine tüttürüyor.
Gerçi bilemiyorum, belki kütükler bana içerleyip sis bahanesiyle fark etmem diye bir sigara yakıyor da olabilirdi. Ah be Mehmet, diyordu belki de bana. Yaktın kendini oğlum… Değer mi çelimsiz bir kadın, kütükten bir ev için hayatını hiç etmeye?
Olsun.
Varsın tüttürsün. Ona hiç bana her’dir belki de.
Yanlış anlaşılmasın. Ev benim. Ama Aylin değil. Zaten bir insana sahip olunmaz, birlikte olunur ya neyse. Değil işte. Ama ev Aylin’in uzantısı ya da Aylin’in evin yancısı olduğu için biraz karmaşık bir ilişkimiz var. Aylin bir kere evlendi, boşandı. Sonra bir kere de nişanlandı, yüzüğü attılar. Ben sadece ev-lendim. Bu evle. Aylin burada yaşamıyor. Arada gelip gidiyor. Bazen aylarca kalır, bazen aylarca gelmez. Günübirlik gelip gittiği de olur. Bu yüzden evde olduğu her gün için pembe kâğıtlardan birini koparıp vazonun üzerine yapıştırır. Bunu da zor yoldan öğrendik. Nadiren de olsa eve benimle gelen hanım arkadaşlarım salonda mini şortu, sutyensiz giydiği kendine üç beden büyük tişörtleri içinde kaybolan, saçı tepesinde genellikle bir kalemle özensizce toplanmış Aylin’i görünce genelde kapıdan geri dönüyordu.
Sorun dönmeleri değildi. Affedersiniz, cehenneme kadar yolları vardı. Ama o yol ne yazık ki medeniyetten çok uzaktı ve genelde benim arabamla geldiğimiz için geri götürme işi de bana düşüyordu.
Olsun.
Zaten evim benim mabedim olduğu için bahsettiğim durum, depresyonun dibinde olmadığım sürece çok nadir gerçekleşiyordu. Bir kez daha takdir edersiniz ki burası hepinizden tiksiniyorum evi. Her önüme geleni getirip yolu öğretemem. Kadınları hep dolambaçlı yollardan geri götürürüm ki yarın öbür gün geri dönmesinler. Zaten Aylin’in evde olduğunu bildiğimde öyle bir işe asla girişmem.
Aylin senin evinde nasıl bu kadar rahat olabiliyor derseniz vereceğim birden fazla cevabım var. Öncelikle şunu kabullendim ki ben bu evin bedenine sahip olabilirdim, ama ruhuna asla. O ruh Aylin’in tapulu malıydı. Daha garaj yolundan ön verandaya yürürken Aylin’in evde olduğunu hissederdim. Ev bir titrer kendine gelirdi. Daha sağlam, daha azametli, daha canlı ama aynı zamanda daha huzurlu görünürdü uzaktan. Bu söylediğim ikisi için de geçerliydi. Aylin yoksa ev terk edilmiş çocuk gibi boynunu bükerdi. Ancak o zaman bana yüz verirdi. Suyumu, elektriğimi kesmez, böceklerini üzerime salmazdı. Bir bakıma dert ortağıydık. İkinci ve en bariz sebepse benim Aylin’i sevmemdi.
Aklınıza gelebilecek her anlamda.
Sanki ben bu evdim, Aylin de çağlayan sisti. Göz alabildiğine kuşatılmıştım. Nereye baksam onu görüyordum ve her an daha fazlası tepeleri aşıp bana doğru geliyordu. Hali hazırda en yakın arkadaşımdı. Ama asla sevgilim olmamıştı. O daha çok sevdiğimdi.
Olsun.
Bir şekilde hayatımda olsun, bana yeterdi. Üstelik onun da beni sevdiğini biliyordum. Garip ama onun da sevgisinin farklı boyutları vardı. Daha doğrusu odaları… Ev gibi. Sürekli iyi olup olmadığımı kontrol etmek isteyen anaç bir odası vardı mesela. Ben orayı oturma odası yapmıştım. Arkadaşlık ve dostluk için ayrı odaları vardı ve ikisinin içindeki insanlara farklı davranırdı. Bunlardan biri kütüphaneydi, öteki çalışma odamdı. Üst katta ailesine ayırdığı bir yatak odası vardı. Bir de ancak özel izinle çıkabileceğiniz malum sevginin çatı katı vardı. Ben? Ben sürekli oda oda dolaşırdım. Evet, çatı katı da bu dolaştığım odalara dâhildi. Aylin’i ilk öptüğüm günü hala hatırlardım. İlk kez birlikte uyuduğumuz ve hatta seviştiğimiz günü de. Tamam dürüst olalım, ilkleri değil; neredeyse hepsini hatırlardım.
Tahminimce beynimi yerinden çıkarsalar bile hatırlardım.
Kişilik bölünmesi Aylin’e biraz ağır kaçardı ama bu farklı odalarda Aylin bambaşka insanlardı. Onu o kadar iyi tanıyordum ki asla ümitlenmedim. Ne boşandığında, ne nişanı attığında. Asla tamamen bana gelmeyecekti. Çünkü Aylin bu odalardan sadece birinde bana âşıktı. Oradayken gerçekten sırılsıklam âşıktı. Ama hayat tek odadan ibaret değildi. Mutfakta bile sevdiği tek kişi eski kocasıydı. Aldatmıştı Aylin’i. Eski, ortak bir arkadaşlarıyla.
Aylin haksızlığa gelemezdi. Atlardı.
Olsun.
Ben tutarım onu. Nitekim tutmuştum.
Ben daha atlayamadan pat diye düşerdim mesela. Aylin ben daha düşmeden tutardı beni. Ben de o kadarını yapabilmeliydim. İkinci nişanı da herif benimle görüşmesini istemediği için atmıştı. Borçlu sayılırdım ona. Evimin ruhuyla kapanamayacak bir borç…
Açıkçası kafanızda canlanana dokunmak istemem. Aylin’i iki katlı, beş odalı, beşik çatılı, cilalı kütüklerle; evi ela gözlü, uzun kirpikli, okka burunlu, küçük çeneli, uzun düz saçlı, beyaz tenli hayal edebilirsiniz. Canınız istiyorsa betonarmeden Kızılderili’ye uzanan bir çizelgede istediğinizi düşünebilirsiniz. Evinin adresini paylaşmayan bir adam olarak sevdiği kadının elini yüzünü sizinle paylaşacak halim yok. Kafanızda bir görüntü oluşsun istemiyorum. Aklınıza bir soru işareti takılsın istiyorum. Tıpkı benim dönerken evimi yerinde bulacak mıyım diye düşündüğümdeki gibi. İçinize bir his otursun da isterdim ama pembe kâğıtlara bağlı bir hayat sürmenin hissi iki-üç sayfada anlatılır bir şey değil.
Olsun.
Bir oradan bir buradan oldu belki anlattıklarım. İnsanlar giriş-gelişme-sonuç diye düşünmüyor ki ben de öyle aktarayım. Tadını sevdiğimiz yemeğin malzemelerini sorgulamayız. Sorgulasak ne yazar ki? Günün sonunda ağzımızda kalan tattır.
Tarif değil.
Anahtarı çevirip kapıyı açtım. Önce gıcırdayan döşeme, sonra yuvarlak bir masa, masanın üzerinde cam vazo, vazonun hemen yanına iliştirilmiş arkası yapışkanlı pembe kâğıtlar…
Kâğıtlar bitmişti.
Kapıyı resmen tekmeleyerek sonuna kadar açtım. Öyle ki anahtar elimde dehşetle kalakaldı. Vazonun üzerinde pembe kâğıt yoktu. Vazonun yanında bile yoktu! Bitmişti. Azaldığını fark etmeme imkân yoktu oysaki.
Kalbim sıkıştı. Nedense bile isteye çöpe atıldığını düşündüm ve bunun anlamını ben de vazo da çok iyi biliyorduk. Girişin hemen karşısındaki mutfak camından puslu güneş içeri dalıp bana inat olsun diye vazoyu daha da ışıldattı. Yere çökmeme ramak vardı, hissediyordum.
“ Kapıyı kırmaya mı çalışıyorsun? ”dedi. Dedi?
“ Aylin? ”
“ Yok deden.” Kapıya doğru gıcırtılı bir sekme eşliğinde yavaşça geldi. Üzerinde elbiseden hallice olan geniş mavi tişörtü vardı. Zaten büyük olmasını umursamadan çekiştire çekiştire bir de kendisi uzatıyordu.
Vazoya bakışımı yakaladı.
“ Kâğıtların üzerine su döktüm. Yenisini almamız lazım.” Eliyle işaret etti. “ Vazonun içine pembe kalem koydum, görünmüyor mu?”
Gözlerimi kısıp ışığı engelleyince kalemi hayal meyal seçtim. Yüzümde nasıl bir ifade vardıysa daha kırk yaşında katarakttan kör olmamla ilgili bir şeyler homurdanıp salona doğru gıcırdaya gıcırdaya gitti.
Olsun.
Hiç önemli değildi.
Olsun, yeterdi.
Kommentarer